En başından beri Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik işgal girişimini öncelikle üç asırlık Rus yayılmacı siyasetiyle, sonra bu siyasetin bugün de geçerli olan jeopolitik dayanaklarıyla ve nihayet Soğuk Savaş’ın Batı karşısında -Sovyet tahakküm düzeninin yıkılmasına yol açan- ağır bir yenilgiyle sonuçlanmasının Rus insanında doğurduğu psikolojiyle açıklamaya çalışıyoruz. Doğru yapıyoruz; Putin’i motive eden temel dinamiklerin bunlar olduğu belli. Diğer yandan, yeni Moskova çarının çıktığı Kiev seferinde uğradığı hezimetin sebebi de iki başlıkta özetlenebiliyor: Ukrayna halkının ve ordusunun beklenmedik şiddetteki direnişi, Batı dünyasının yine beklenmedik ölçüdeki tepkisi ve karşı hamlesi.
Evet, bunlar yeterince açık… Peki, dünyanın en büyük güçlerinden birinin yönetimindeki bu öngörüsüzlük neyle izah edilecek? Azami üç günde bitirmeyi planladıkları işgal harekâtı sarpa sarmış, bütün dünyayı karşılarına almışlar, kendi kamuoylarını da karşılarına almamak için kayıp sayılarını gizliyorlar, yine bu yüzden cepheye yeni asker gönderemiyorlar, bunun yerine “Ortadoğu’dan 16 bin savaşçı” getirteceklerini açıklıyorlar.
İlk günlerde “Kiev ile görüşeceğimiz bir şey yok” derken şimdi müzakere masasına bile oturabiliyorlar ve anlaşılan artık “onurlu bir çıkış” arıyorlar. Ama bu da pek mümkün olmadığı için girdikleri bataklıkta çürümekten nasıl kurtulabileceklerini bilmiyorlar.
Peki, buraya nasıl gelindi? Putin kumar mı oynadı? Bu sefer şansı mı yaver gitmedi de bu sonuçla karşılaştı? Tabii ki hayır. Bu seviyedeki kararların kumar mantığıyla alınmasına imkân yok. Devlet aklı olan yerde hiçbir iş şansa bırakılmaz. Gelgelelim zaten devlet aklı görünmüyor bu olayda.
Söz konusu kararı alan makamın her şeyden önce Ukrayna silahlı kuvvetlerinin kapasitesi veya sivil halkın psikolojisi hakkında yeterli bilgiye sahip olması gerekirdi. Bu bile eksik olmalı ki harekât planı başka türlü yapılmış. Muhtemelen Batı dünyasından da 2014’teki Kırım işgalinde gösterilen seviyede cılız bir tepki gelebileceğini hesaplamışlar. Avrupa toplumlarının bu boyutta bir işgale verebileceği tepkinin boyutu ve bunun AB yönetimini ve hatta Alman hükümetini nereye yönlendirebileceği öngörülmemiş.
Küresel düzeyde ise güç bloklarındaki zemin kaymaları, tehdit algılamalarının güncellenmesi ve Avrupa, Atlantik, Pasifik eksenlerinde su yüzüne çıkan yeni jeopolitik ve jeoekonomik dengelenme arayışları hesaba katılmamış. (Taha Özhan perspektif.online sitesindeki kapsamlı yazısında konunun diğer boyutları yanında -Kremlin’in nedense göremediği- küresel satranç tahtasındaki bu yeni dizilim hakkında da açıklayıcı bir tablo sunuyor. İlgililere öneririm.)
Putin yönetiminin ABD’den yapılan açıklamaları hayata geçirilemeyecek içi boş tehditler, yani blöf olarak gördüğü anlaşılıyor. Bu da özellikle eski bir istihbarat analisti için vahim bir yanlış okuma. O zaman yukarıda sorduğum soruyu tekrar sorayım: “Peki, buraya nasıl gelindi? Putin kumar mı oynadı?”
İskender Öksüz’ün dünkü yazısında bir ipucu vardı bununla ilgili. İddiaya göre muvazzaf bir FSB memurunun yazdığı bir yazıda Ukrayna’nın işgali konusunda Rus devlet kurumlarının hazırladıkları plan ve senaryoların yüzeyselliğinden şikâyet ediliyor. Kabaca özetleyecek olursam, ilgili kurumlar işgal ve yaptırım konularında hazırladıkları senaryo niteliğindeki raporları ve analizleri yönetimin istediği gibi -veya Putin’in hoşuna gideceği düşünülen şekilde- kaleme almışlar. Bu çerçevede işgalin kolayca gerçekleşeceğini, Kiev’deki hükümetin hemen değiştirilebileceğini, Batı dünyasının Moskova’ya karşı ciddi boyutlarda bir yaptırımı göze alamayacağını vs. anlatmışlar herhalde.
Tam da bu noktada Putin yönetiminin karakterine göz atmalıyız. Şu anda, kim ne derse desin, bir “tek adam rejimi” hüküm sürüyor Rusya’da. Başarılı ve karizmatik bir lider yirmi yılı aşan iktidar sürecinin sonunda Deli Petro modeli bir “merkezi hükümet” düzeni kurmuş bulunuyor. Buradaki “merkezi hükümet” teriminden kasıt, bütün devlet kurumlarının tek bir kurumun (Kremlin sarayının) kontrolü altına sokulmuş olması. Kurumsal geleneklerin, kurumsal yetkilerin, ehliyet ve liyakatin ortadan kalktığı bu modelde kurumlar haliyle işlevsiz hale geliyorlar. (II. Abdülhamit döneminde bizde de uygulanan bu model şimdiyse cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi olarak geri döndü.)
Bütün devlet kurumlarını fiilen yöneten, iş dünyasını ve medyayı kontrol eden, yapılan son anayasa değişikliğiyle 2036 yılına kadar iş başında kalma garantisi elde etmiş olan bir siyasetçi Putin. Muhtemelen kendi adını Rus tarihine altın harflerle yazdıracak daha büyük başarılara imza atmasının vaktinin geldiğini düşünüyor. Ukrayna seferine bunun için çıktı. Malorus, Belorus ve Velikorus halklarını bir araya getirerek büyük Rus birliğini sağlamış lider olmak için.
Ne var ki bu büyük hedefe doğru yürüyebilmesi için gereken bazı şeyleri eksiltmiş olduğu anlaşılıyor geçen süreçte. Şahsi yönetimini tahkim etmek için kurumları işlevsizleştirdiği, yani otokrasiyi güçlendirmek için devleti zayıflattığı görülüyor. Savaşamayan ordu, doğru bilgi veremeyen istihbarat kurumları ortada. Diğerlerinin durumunu bilmiyoruz ama bunlar yeterli olsa gerek ne olduğunu anlamak için.
Bu kurumsuz otokrasinin karşısında bir de kurumlu demokrasilerin durumu var. ABD, İngiltere ve Almanya güçlü liderlere sahip ülkeler değil halihazırda. Buna rağmen her üç ülke de tarihi nitelikte kararlar aldı, çok sağlam bir duruş sergiledi bu süreçte. Daha Ukrayna’nın işgal hazırlıkları başladığında yaptığı çelişkili açıklamalarla tepki uyandıran Biden, hiç kimsenin ciddiye almadığı Johnson, henüz adı Merkel’in halefi diye zikredilen Scholz, gerektiğinde birçok riski de göze alarak, “Avrasya Ayısı”nı felç edecek adımlar atabildiler. Tabiri caizse güçlü liderlik kaybetti, zayıf liderlik kazandı bu süreçte.
Bu çelişki gibi görünen durumun izahı kurumların işleyişinde. Bir yanda liderine sadakati dolayısıyla üstlendiği görevi liderin hoşuna gidecek şekilde icra eden kişilerden müteşekkil ve kontrol altında bulunan sözüm ona kurumlar var; öbür yanda ise tecrübesiyle, hafızasıyla, ehliyetli kadrolarıyla yetki kullanan işlevsel kurumlar. Devleti yönetme sorumluluğu taşıyan siyasi liderlerin alacakları kritik kararlarda, ülkenin milli çıkarlarını temin etmeye yönelik atacakları adımlarda hangisi daha faydalı olur sizce?