CUMARTESİ YAZILARI
Kleopatra’nın burnu biraz daha kısa olsaydı bugün dünyanın çehresi de bambaşka olurdu, demiş Pascal. Demek istediği, Kleopatra daha az güzel olsaydı Caesar ve Antonius belki Mısır kraliçesine aşık olmayabilirlerdi. Bu durumda Augustus’un yönetimi ele geçirmesi ve nihayet Roma Cumhuriyetinin Roma İmparatorluğuna dönüşmesi gibi sonuçlara yol açan olaylar dizisi gerçekleşmeyeceği için söz konusu sonuçlar da ortaya çıkmayacaktı.
Buradaki mesele tarihçilerin ve bilhassa tarih felsefesiyle meşgul düşünürlerin uzun zamandır boğuştuğu tarihte determinizm meselesidir. Yani bir olay “olması gerektiği için” mi meydana gelmiştir yoksa dünyayı değiştiren büyük hadiseler bile aslında sıradan birer tesadüfün neticesi midir?
Determinist yaklaşım bu türden önemli olayları en başta siyasi, sosyal ve ekonomik gelişmelerin doğal sonucu sayar. Karşı tez ise dünyanın bir ucunda bir kelebeğin kanat çırpışının dünyanın öbür ucunda fırtına çıkmasına yol açabileceği görüşüdür, basit anlatımla.
Keza tarihteki büyük kırılmaların daima üstün nitelikli bazı büyük adamların eseri olduğu şeklindeki görüş de determinizm karşıtı yaklaşımın ifadesidir. Fatih olmasaydı İstanbul alınabilir miydi? Lenin olmasa Bolşevik Devrim gerçekleşir miydi? Washington olmasa Amerikan Devrimi, Hitler olmasa İkinci Dünya Savaşı yine de yaşanır mıydı? Mustafa Kemal olmasa Kurtuluş Savaşı yapılabilir miydi?
Aslında söz konusu tarih olduğunda deterministlerle determinizm karşıtlarının uzlaşamadıkları hususlar hangi sebebin hangi sonuca yol açtığından ziyade bu olaylarda aktörlerin rolünün ideolojik veya ahlaki bakımdan nasıl değerlendirileceği meselesidir.
Mesela filozof Isaiah Berlin ile tarihçi E. H. Carr arasındaki tartışma İkinci Dünya Savaşı gibi büyük felaketleri sosyal ve ekonomik faktörlere bağlamanın bizi Hitler ve Stalin gibi aktörlerin günahlarını göz ardı etmeye yöneltip yöneltmeyeceği sorusundan çıkmıştır. (Bu alanda detaylı bir okuma ihtiyacı duyanlara E. H. Carr’ın “Tarih Nedir” başlıklı eserinin özellikle “Tarihte Nedensellik” bölümünü öneririm.)
Benzer bir tartışma İslam tarihinde de yaşanmıştır ve bu tartışma Müslümanlar arasında akide seviyesinde ayrılıklara sebep olmuştur. Muaviye, Yezit gibi adamların başa geçmeleri Allah tarafından takdir edilmiş hadiseler midir ve dolayısıyla bunlara itaat edilmesi mi gerekir, yoksa ortaya çıkan durum insanların tercihlerinin sonucu mudur ve yine insanlar tarafından düzeltilmesi yolunda çaba mı gösterilmelidir? Bu sorulara verilen iki farklı cevap İslam'daki iki ana itikadi ekolü doğurmuştur.
Diğer yandan, tarihteki önemli hadiselerle ilgili “alternatif senaryolar” daima ilgi çeken bir alan olduğundan Avrupa’da ve Amerika’da popüler tarih yayıncılığının başat konuları arasındadır. “What If” (Varsayalım ki) genel başlığı altında yayımlanan böylesi kitaplar çoğu zaman best seller raflarında yer bulur. Hitler İngiltere’yi işgal edebilseydi, Soğuk Savaşı Ruslar kazansaydı gibi varsayımsal bağlamlara ilişkin senaryoların en azından beyin jimnastiği şeklinde tartışılması keyifli ve hatta faydalı bir okuma etkinliği.
Gelgelelim ciddi akademik tarihçilerin çoğu bir bilim olarak tarihin “olmuş olanla” ilgilenmesi gerektiğini, diğerinin edebiyatın konusu olabileceğini savunurlar. Ancak, söz gelimi, Niall Ferguson gibi bazı akademik tarihçiler de zaman zaman “What If” türünde katkılar veriyorlar bazı yayınlara.
Aslında bizde de -birkaç ay önce bir dizi “Cumartesi Yazısı”nda ele almaya çalıştığım- “Türkiye Birinci Dünya Savaşı’na katılmasaydı” şeklindeki tartışmalar öteden beri yapılıyor. Ne var ki bir devletin bir savaşa katılması gibi tesadüflere bağlı olmayan hadiselerin gerçekleşmeme ihtimalleri üzerine kafa yormaktansa tarihteki sebep sonuç ilişkilerini değerlendirebilmemize imkan verecek türden kıyaslamalar daha faydalı olur.
Ancak ilgili dönemin sosyal, siyasi, ekonomik, kültürel dinamiklerini göz ardı ederek yapılan kişi odaklı izahlar verimsiz olmaya mahkum.
Mesela “Atatürk olmasaydı Kurtuluş Savaşı yapılabilir miydi” sorusuna cevap veren “Osmanlı Cumhuriyeti” filminde “Mustafa Kemal küçük yaşta vefat ettiği için Milli Mücadelenin gerçekleşmediği ve Türkiye’nin işgal altında kaldığı” bir alternatif anlatı işlenmişti. Milli Mücadelenin 19 Mayıs 1919’dan önce başlamış olduğunu bilenler için absürt, tarihteki olayları Carlyle’cıl “büyük adamlar” teziyle açıklamanın mitolojik yaklaşım olduğunu düşünenler için mantık dışı olması ayrı sorun…
Birkaç yıl önce, burada başka bir vesileyle yazdım: “Atatürk Çanakkale muharebeleri sırasında hayatını kaybetmiş olsaydı tarihin akışı nasıl olurdu” sorusundan yola çıkan bir kitap yayınlanmıştı. Yazarın alternatif senaryosuna göre bu durumda hiçbir şey bugünkü gibi olmuyor, saltanat devam ediyor, laik bir cumhuriyete ve demokrasiye sahip olamıyorduk… Çünkü bizde toplumsal dönüşümler kültürel, siyasi ve iktisadi dinamiklerden bağımsız olarak, nasıl olmuşsa uzaydaki uzak bir gezegenden aramıza düşmüş bazı “büyük adamlar”ın tek başlarına yapıp ettikleri işlerdir. Onun için “alternatif tarih”imiz de ancak böyle oluyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Gazi'nin ömrü 10 yıl daha ülkeyi yönetmeye el verseydi 2. Dünya Savaşı sonrası bambaşka bir Türkiye görecektik” açıklamasına gelince…
Güncel siyaset bağlamında “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” beklentisiyle söylenmemişse “tarih açısından” doğru bir yaklaşımı yansıtmıyor bu ifadeler. Öncelikle, geçmişte -ve bugün- yaşanan olumlu ya da olumsuz bütün önemli hadiseleri üstün nitelikli birtakım kahramanların eseri olarak görme eğilimi bizi hayattaki sebep sonuç ilişkilerinden bağımsız bir düşünme şekline yöneltir.
Bu düşünme şeklinin ise birçok sakıncasından yalnızca biri sorunlarımızın çözümü için harekete geçip mücadele etmek yerine, Mesih veya Mehdi gibi bir “kurtarıcı” bekleme tembelliğini tercih etmemize yol açmasıdır. İkincisi, Cumhuriyet tarihimizi kimi nevzuhur Kemalistlerin “Atatürk ölünce devrimleri yarım kaldı, İnönü tam bağımsızlık trenini raydan çıkardı” şeklindeki hiçbir somut dayanağı olmayan komplo teorileri çerçevesinde okuyup açıklama çabası en azından zaman israfı.
Son olarak, Atatürk’ün ömrü on yıl daha fazla olsaydı şöyle olurdu böyle olurdu diyebilmek için 1938 öncesinin iyi bilinmesi lazım. O sırada Atatürk çoktan devlet işlerinden elini çekmişti zaten. Hastaydı, yorgundu. On sene daha yaşasaydı her şeyin daha farklı olacağını düşündürtecek hiçbir emare göremiyoruz bu dönemde. Tam aksine, İnönü döneminde yeni bir enerjiyle Milli Mücadele kadroları tekrar bir araya getirilerek yönetimin konsolidasyonu sağlandığı gibi özellikle kültürel alandaki atılımlarla başta laiklik ve halkçılık olmak üzere Cumhuriyetin temel değerlerinin yeri pekiştirildi.
İnönü ve arkadaşlarının buradaki hatası, bana sorarsanız, söz konusu hususlarda geniş toplum kesimlerini ikna etme ihtiyacı hissetmeden tepeden inmeci bir anlayışla hareket ederek geniş bir muhafazakar muhalefet dalgasına yol açılmış olmasıdır. Öyle ama “Atatürk yaşasaydı” bunun aksine bir hatt-ı hareketi tercih edeceğini düşünebilir misiniz?