Son günlerde NATO içindeki tartışmaların Türkiye’nin gündeminde neredeyse hiç yer alamayışı ilginç. Üyesi olduğumuz uluslararası askeri-siyasi paktın “sonu” en üst seviyede tartışılıyor, üstelik Türkiye’nin Suriye’deki askerî harekâtı üzerinden yapılıyor tartışma. Buna rağmen konunun ilgimizi çekmeyişi normal olmasa gerek. Haddizatında kamuoyumuzun bu kadar iç siyasete odaklı şekillenişi sağlık alameti değil. Hem de iç siyasetin büyük ölçüde dış politika malzemesiyle yapıldığı bir ülkede… İçeride atılan her adımın yedi düvele karşı sürdürülen “beka kavgası” ile açıklandığı, yönetimdeki başarısızlıkların dış güçlere ciro edildiği bir ülkede… Dahası, zaman zaman “NATO’dan çıkma” konusunun batı dünyasına karşı bir meydan okuma olarak gündeme getirildiği bir ülkede…
Her şeyi dışarıya bağlayan siyasi söylemin hâkim olduğu bir ülkenin kamuoyunda dışarıyla neredeyse hiç ilgilenmeme tavrının hâkim olması… dikkatlice değerlendirilmesi gereken bir husus herhalde…
***
Öte yandan, Fransa Cumhurbaşkanı’nın başlattığı NATO tartışmasının ne ölçüde ciddiye alınabileceği konusu apayrı bir mesele… Bir defa Macron’un çıkışının Suriye konusunda ABD’nin Avrupa çıkarlarını umursamaksızın attığı adımlara bağlı olduğunu gözden kaçırmamak lazım. Yani bu yönüyle konjonktürel bir problem bu. Ancak başta Fransa olmak üzere AB ülkelerinin öteden beri NATO içindeki ABD hegemonyasından rahatsızlık duyduklarını ve zaman zaman bu hususta bir çıkış yolu aradıklarını da unutmamak gerekiyor.
“Avrupa Birliği ordusu” gibi girişimlerin gündeme gelişi -NATO’ya alternatif arayışı olmasa da- ABD’nin askeri ittifaktaki baskın rolü üzerinden siyasi hegemonya oluşturmasına tepki olarak görülmeli.
Açıkçası, her ne kadar biz Amerika ile Avrupa’yı bir elmanın iki yarısı gibi görüyor olsak da işin iç yüzü o kadar parlak değil. ABD eski kıtada “sevilen bir akraba” olmadı hiçbir zaman. Ne Fransızlar tarafından “Bizi Nazilerden kurtardı” diye ne de Almanlar tarafından “Bizi Sovyetlere karşı korudu” diye muhabbet besleniyor Washington’a. Hatta Fransızlara sorarsanız, ABD’nin sonradan dahil olduğu İkinci Dünya Savaşı’ndaki Fransa’yı gözeten tutumu bile Avrupa kıtası üzerinde hegemonya tesisi amacına yönelikti.
Avrupa Birliği’nin ortaya çıkışında bile ABD’ye yönelik bu bakışın etkisi olduğu bir gerçek. Almanya ve Fransa için ABD’nin eski kıta üzerindeki hegemonyasına son verme arzusu AB projesinin en temel motivasyon kaynağıydı. Her ne kadar ABD kendine ait hesaplarla Avrupa’nın birleşmesi girişimini desteklemişse de Avrupalıların “Birlik”ten beklentileri arasında Atlantik ötesindeki gücün bu yakadan elini çekmesini sağlamak da vardı ki bunun pek de gerçekleşmediği ortada.
***
Buna mukabil, Atlantik paktının mevcudiyetine aynı zamanda Avrupa ülkelerini belirli bir düzen içinde tutmak için de gerek görüldüğünü Amerikalılar da inkâr etmiyorlar. NATO’nun ilk genel sekreteri Lord Ismay’in sözleriyle “Amerikalıları içeride, Rusları dışarıda ve Almanları aşağıda tutmak” amacı doğrultusunda dizayn edilmişti bu ittifak.
Bu arada, Washington’un en başından beri Avrupa güvenliği dışındaki konuları ve bilhassa Ortadoğu meselelerini NATO ittifakının kapsama alanının dışında tutma gayreti gösterdiği de unutulmamalı... Mesela 1956’da gerçekleşen Süveyş Savaşı’nda ABD rakibi Sovyetler Birliği ile beraber hareket ederek en yakın müttefikleri olan İngiltere, Fransa ve İsrail’e karşı cephe almıştı. Bir diğer örnek Irak İşgali sırasında yaşanan çatışmaydı. ABD’nin Irak’ı işgaline destek vermeyen, hatta engellemeye çalışan Avrupa devletleri ABD Başkanı’nın ağzından “düşman” ilan edilmişti.
Bütün bu hadiseler sırasında NATO tartışma konusu olmuş ama yine de askeri ittifakın bozulması ihtimalini hiç kimse ciddiye almamıştır. Dolayısıyla bugün -öncekilere kıyasla daha az ciddi bir mesele olan- Suriye’deki ihtilafın NATO’nun sonunu getirebileceğini düşünmek fazla mantıklı değil. Ancak şu da var: Atlantik ittifakını meydana getiren politik -ve bir ölçüde jeopolitik- şartlar yetmiş yıllık süre içinde epeyce değişti. İttifakın bu değişen şartlara uygun şekilde “güncelleme”sinin yapılması bir ihtiyaç olsa gerek. Ne var ki bu konunun şimdiki ABD Başkanı tarafından gündeme getirilen “güvenliğin maliyeti” konusundaki “para pazarlığı” haricinde taraf ülkelerin kamuoylarında karşılık bulduğu söylenemez.
Türkiye’nin zaten o taraklarda hiç bezi yok!