İki gündür varsa yoksa Fransız seçimlerini konuşuyor bütün dünya ama boş yere konuşulmuyor ırkçı lider Le Pen’in ikinci tura kalması olayı. Çünkü Fransa’daki cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk tur sonucu hakkında dünyanın hiçbir yerinde hiç kimsenin “Bana ne bundan, Fransızların kendi iç meselesi” diyebilme lüksü yok. Gerçi Fransızlar kendilerini pek bir önemserler, dünyanın kendi çevrelerinde döndüğünü düşünürler ama benim bahsettiğim durum Fransa’nın öneminden kaynaklanmıyor. Dünyanın her geçen gün daha da artan küresel niteliğinden kaynaklanıyor. Daha doğrusu bütün toplumların benzer özelliklere sahip olmasından ve birinin etkilendiği rüzgârın diğerlerini de kolayca etkileyebilmesinden.
Bu dönemde Avrupa’nın hemen her yerinde yabancı düşmanlığının ve İslamofobinin bu kadar revaç buluyor olması ve aşırı sağcı, ırkçı partilerin toplumsal desteğinin giderek artması tesadüf değil. Önceki dönemlerde ciddi bir tabanı bulunmayan, hatta birçoğu ortada bile olmayan söz konusu partilerin hepsinin birden son on yılda Almanya’daki, Hollanda’daki, Fransa’daki seçimlerde oylarını gözle görülür derecede artırması birbirinden bağımsız siyasi gelişmeler olarak görülemez. Bu arada İngiltere’deki Brexit referandumunun sonucunu da bunlara eklemek gerekir tabii. Mesele yalnızca Avrupa coğrafyasıyla sınırlı değil; birini Putin’in, öbürünü Trump’ın yönettiği iki süper gücün durumu da ortada…
***
Bu işler hep böyle oluyor… 1930’ların Avrupa’sını hatırlayın: İtalya’da -daha 1920’lerden itibaren- Mussolini, Almanya’da Hitler, İspanya’da Franco, Portekiz’de Salazar başta olmak üzere kıtanın dört bir tarafında otoriter ve totaliter yönetimler işbaşına gelmişti birbiri peşi sıra. Birinci Dünya Savaşı’nda yaşanan büyük toplumsal yıkımın ve ardından yaşanan ekonomik buhranın da tesiriyle…
Bu esnada Türkiye’de de tek parti/milli şef rejiminin hüküm sürüyor olması tesadüf değildi. Yani dünyada esen rüzgârdan bağımsız olmuyor yerel esintiler. Türkiye’de 1908’den 1924’e kadarki süreçte -üstelik bu sürecin büyük kısmı savaş yıllarına rastladığı halde- iyi kötü bir demokrasi sürdürülebildi. Gelgelelim savaş yıllarının ardından saltanatın yerine cumhuriyeti tesis ettiğimiz halde ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da demokrasi geçer akçe olunca biz de çok partili demokratik sisteme geri dönmeye ihtiyaç duyabildik.
***
Bugün için de aynı şey geçerli. Avrupa demokrasiye, evrensel değerlere, küresel barışa doğru yürüyor olsa biz de o istikamette koşardık. Ama Avrupa hem giderek daha fazla içine kapanıyor ve evrensel değerlerden uzaklaşıyor hem de Türkiye’nin demokrasiden koptuğu ve otoriter eğilimlere yöneldiği eleştirisinde bulunuyor. “Hem kel hem fodul” demiyorum Avrupa’nın bu tutumu için… “Kendisi muhtâc-ı himmet bir dede…/ Nerde kaldı gayrıya himmet ede?” diyorum. Çünkü elbette evrensel demokratik değerlere sahip çıkan geniş bir kitle ve gerek siyaset kurumu içinde gerekse medyada bunun mücadelesini veren gruplar var. Fakat kıtadaki hava şartları çok elverişsiz.
Toplumsal atmosfer her ülkede tıpatıp aynı olmasa da birbirine benzer olduğundan ortaya çıkan sonuçlar da birbirine benziyor.
Ama şimdi Fransa’daki seçim bir yol ayrımı teşkil edebilir Avrupa’nın bütünü için. Ya yeniden İkinci Dünya Savaşı öncesinin atmosferine benzer bir havanın hakimiyetini kabul etmek ya da buna karşı direnmek.
Le Pen’in zaferi kısa ve orta vadede AB’nin dağılması, Avrupa kıtasının merkezkaç güçlere bölünmesi gibi sonuçlar doğurabilecek. Bunun bir sonraki aşaması ise felaketle eşanlamlı. Bu arada, Avrupa cehennemî bir atmosferde yaşarken dünyanın geri kalanı da cennet olmayacak tabii.
Yani… Yabancı düşmanlığının, ırkçılığın, İslam nefretinin artık marjinal siyasi hareketlerin ajandasına hapsolmayıp devletlerin resmi görüşleri haline geldiği bir Avrupa hem kendisi için hem de dünyanın geri kalanı için huzur ve barışın habercisi olmayacağı için varsa yoksa Fransız seçimlerini konuşuyoruz…