Türkiye’de sağ siyaset geleneği milli irade ve sandığın üstünlüğü prensiplerine dayalı bir demokrasi anlayışının savunucusu olageldi. Bir ölçüde konjonktürel zorunlukların gereği olsa da sağ siyasetin hiç değilse “dili” bu çizgiden ayrılmadı.
Terakkiperverlerden Serbest Fırka’ya, Demokrat Parti’den Adalet Partisi’ne, ANAP’tan Millî Görüş partilerine kadar uzanan bu çizgi milli iradeyi ve sandığın üstünlüğü anlayışını esas aldı hep.
AK Parti de ilk yıllarında bu çizgideydi. Bilhassa bürokratik vesayet tehdidi karşısında “Sandığın dediği olur” şeklinde net bir demokratik tutum sergilendi o dönemlerde.
Şimdi gelinen nokta ise artık “siyaset” yöntemi olarak sandığı ve dolayısıyla milli iradeyi umursamayan bir bakış açısının benimsenmiş olduğu izlenimi uyandırıyor.
Kabul etmek gerekir ki 2019’da İstanbul seçimini iptal ettirmek sandığı tanımamak, milli iradeyi yok saymak demekti.
Bugün de Ekrem İmamoğlu’nun cumhurbaşkanı adayı olma ihtimalini ortadan kaldırmak için yargı üzerinden yapılıp edilenler demokrat bir tutumun ürünü değil.
Oysa bugün İmamoğlu’na yapılan haksızlık vaktiyle Erdoğan’ın da başına gelmişti. 1999’da belediye başkanıyken “şiir okuduğu gerekçesiyle” cezaevine girmiş, siyasetten yasaklanmış, muhtar bile olamayacağı ilan edilmişti.
Ancak 2002 seçiminden sonra, başından beri sandıktan ziyade bürokrasinin desteğini esas almış olan CHP’nin o günkü lideri Deniz Baykal’ın “milli irade”ye vurgu yapan girişimi sayesinde, siyaset yasağı kaldırılmıştı.
“Kendine yapılmasını istemediğin şeyi sen de başkalarına yapma” kuralını candan benimsemiş olan birçok vicdan buradaki çelişkiyi kabullenemiyor.
***
Yeri gelmişken, sizinle de paylaşayım: Önceki gün Prof. Ali Akarca’dan bir e-mektup geldi. “İmamoğlu ile ilgili durum haklı olarak 1999’da Erdoğan’ın başına gelenler ile karşılaştırılıyor ve o zamandan beri bir arpa boyu gitmemişiz deniyor. Halbuki 1963’den beri demek daha doğru” diyen Akarca Hoca mektubunda şunları hatırlatıyordu:
“İmamoğlu’nun muhtemel Cumhurbaşkanlığı adaylığı ile ilgili senaryolar için 1963 İstanbul belediye başkanlığı seçiminde yaşananlar daha aydınlatıcı olur diye düşünüyorum. Uzun zaman gazetelerde bu seçimden bahsedilmesini bekledim. Göremeyince de size yazayım dedim.
Biliyorsunuzdur, 1963, belediye başkanlarının halk tarafından seçildiği ilk seçim. O zamana kadar iki dereceli bir seçim oluyordu. Halk belediye meclisini seçiyor, onlar da başkanı seçiyorlardı. İstanbul’da da genellikle vali belediye başkanı seçiliyordu.
İşte o ilk seçimi İstanbul’da Adalet Partisi adayı Nuri Erogan 5 puanın üstünde bir fark ile kazandı ama sonra Yüksek Seçim Kurulu tarafından mazbatası elinden alındı. Sebep olarak da bir devlet bankasındaki görevinden zamanında istifa etmemiş olması gösterildi. Halbuki bu konuda seçimden önce il seçim kuruluna itirazlar yapılmış ama kurul tarafından karar seçim sonrasına bırakılmıştı. Bu şekilde bir başkasının aday gösterilmesi önlenmişti. Seçimden sonra karar verilip mazbata seçimde açık ara ikinci gelen CHP adayı Haşim İşcan’a devredildi.
Bu vaka, İmamoğlu Cumhurbaşkanı adayı olduğunda yaşanabilecek durumlara ışık tutabilir belki.”
***
Prof. Akarca’nın hatırlattığı bu ilginç hadisenin teknik işleyişle ilgili boyutu bir yana, burada dikkat çekici hususlardan biri de CHP’nin durduğu yer.
Ana muhalefet partisinin geçmişte asker ve sivil bürokrasinin desteğini çoğu zaman halkın taleplerine yeğleyen bir anlayış içinde olduğu hatırlanacak olursa, önümüzdeki tabloya “rol değişimi” demek yanlış olmaz.
İktidara gelmek veya iktidarda kalmak için millete dayanmak mı, yoksa bunun için elindeki bürokratik gücü alabildiğine kullanmak mı? Bu iki seçenekten birini tercih ederek rolünüzü belirliyorsunuz.
“Sandık” kavramını bugüne kadar siyasetin en büyük değeri olarak -tabiri caizse- kutsamış olan AK Parti’nin şimdi rakiplerini tasfiye ederek kendine iktidar yolu açma çabalarına yönelmesine mukabil geçmişin “tek parti”si CHP artık kendini halka kabul ettirmenin yollarını arıyor.
Bugün iktidar mevkiine gelebilmek için kitlelere açılması, giderek siyasi ve toplumsal merkeze oturması gerektiğini kabullenmiş bir CHP’nin karşısında, milli irade retoriğini terk edip “Devlet benim” retoriğine geçmiş olan AK Parti tarihsel rollerini değiştirmiş gibi görünüyorlar.
Bu değişim iktidar partisi adına hiç de hayra alamet değil.