Ya romancılığı? Bu konu da hâlâ tartışılıyor. Bir kesim özetle “Kemal Tahir iyi bir romancıdır, ama tarihçi olarak beş para etmez” diyor. Öbür kesim ise “Çok orijinal tarih görüşleri ortaya koymuş, Türkiye’nin sosyal yapısını çok iyi tahlil etmiştir, ama romancılığı zayıftır” diye fikir beyan ediyor. Beni sorarsanız, şahsen, ikinci görüşe yakınım. Zira, Kemal Tahir’in derdi, mesela Türkiye’nin Proust’u olmak değil, Ahmet Mithat Efendi geleneğini sürdürmekti zaten. Ne var ki romancımızın ne bu tercihini kabullenmek ne de bilhassa yakın tarihe ilişkin analizlerini onaylamak zorundayız.
Roman sanatını daha fazla ciddiye alsaydı -mesela hikaye kurgusuna boş vermeseydi, karakter yaratmaya özenseydi veya karakterlerin dünyasında derinleşseydi- belki de “büyük romancımız Kemal Tahir”den söz edebilirdik. Oysa şimdi yalnızca ilginç görüşlerinden bahsedebiliyoruz. O ilginç görüşlerin de en azından bir bölümü ciddi şekilde problemli.
***
Kemal Tahir ve romanları hakkında görüşüm aşağı yukarı böyleydi… Geçen gün, bir yerden aklıma düştü, “Esir Şehrin İnsanları”nı yeniden okusam dedim. Uzun yıllar olmuştur “üçleme”yi okuyup kapağını kapatalı. Bir vesile oldu, Yorgun Savaşçı’yı arada tekrar okudum yalnız. Aslında üçlemenin devamı olan Yol Ayrımı ile beraber...
Neyse, ‘Esir Şehir’leri çıkardım kitaplıktan…Zor bir işe sokuyordum kendimi. Çünkü Kemal Tahir’in arayışlarını ve düşünme çabasını önemsiyorum ama romancılığını aynı yere koyamıyorum.
Biliyorsunuz, yazarımız kendi düşüncelerini roman kahramanlarının ağzından köşe yazısı formatında anlatan “eski tarz” romancılardandır. Hangi eserdeki hangi karakterin “yazarın sözcüsü” olduğu da kolayca anlaşılır. ‘Esir Şehir’de bu görevi üstlenen kişi Kamil Bey.
Ve.. en az 25 yıl önce okuduğum Esir Şehrin İnsanları’ndan aklımda kalan “tarih analizleri” daha ilk sayfalarda yeniden karşımda… Romancımız, Kâmil Bey karakterinin ağzından, “Yavuz ve Midilli” olayından bahsediyor: İttihatçılar savaş yorgunu Osmanlı İmparatorluğu’nu -bize hiçbir fayda getirmeyeceğini bile bile- bir oldubittiyle “Almanların yağma savaşına” sokmuşlar!
Ama böyle bir şeyi neden yapmış olsunlar ki?
İşte bu noktada ister istemez birtakım komplo teorileri devreye giriyor. İngilizler, Almanlar falan… Kemal Tahir romanlarında bize bunları anlatıyor çoğunlukla.
İlginç görüşleri var yazarımızın ama bunlar tarihi gerçeklerle her zaman bağdaşmıyor. Mesela sürekli tekrarladığı “İmparatorluğu batıran İttihatçılar” diskuruyla, objektif eleştirinin ötesine geçiyor, klişe yargılarla fedakar bir aydın kuşağına toptan haksızlık ediyor bence. Bunu da asıl yapmak istediği Kemalizm eleştirisine alan açmak amacıyla yapıyor. Daha doğrusu İttihatçılık eleştirisinden Kemalizm eleştirisinin meşruiyetini istihsal etmeye çalışıyor.
Ne olursa olsun, İttihatçıları ve İttihatçılığı yakın tarihin günah keçisi yapan literatürün gelişiminde Kemal Tahir’in katkısı küçümsenemez.
Vezneciler’de, Sultan Hamid’in babasına hediye ettiği bir konakta doğmuş Kemal Tahir. Babası Yıldız Sarayı’ndaki marangozhanede görevli Hünkâr Yaveri Tahir Bey. Annesi de yine Sarayda, Abdülhamid’in kızı Naile Sultan’ın hizmetinde olan Abhaz asıllı bir hanımmış.
Kim bilir belki de hem annesi hem de babası Yıldız Sarayına mensup oldukları için, bir vefa duygusuyla, Sultan Hamid’e fazla toz kondurmayan romancımız “İttihatçıların devri iktidarında hayal kırıklığı içinde eski günleri özleyen” insanlara ise sık sık yer verir eserlerinde. 1908 devrimine katılmış veya destek vermiş olmaktan pişman olanlara da.
***
Araya başka işler de girdi, Esir Şehir üçlemesini yeniden okuma niyetimi gerçekleştiremedim. Çok da canım istemedi açıkçası… Bu bayram tatilinde ise yakınlarımın yazlığında tesadüfen “Kurt Kanunu” geçti elime, onu okudum bir kere daha. Hem de başından sonuna kadar.
İzmir Suikasti davası 1926’da asıl şeklini alan yeni rejimin neyin üzerinde kurulduğunu -ve aslında iktidar oyununun hiç değişmeyen karakterini- anlamak için önemli bir konu. Kurt Kanunu bu hadise üzerinden gerçekleştirilen büyük siyasi tasfiyenin mağdurlarının hikayesi. Ancak birkaç bakımdan problemli bir roman bu. Öncelikle roman tekniği bakımından. Ne yazık ki diğer bütün Kemal Tahir romanları gibi kurgusunda savrukluk olan bir metin var yine karşımızda.
Abdülkerim Bey’in hikayesiyle başlayıp Emin Bey’in hikayesiyle sonuçlanan, arada gereksiz uzatılan yan hikayelerle şişirilen ve yine gereksiz diyaloglarla soğutulan bir akış. Her zamanki gibi yedi göbekten İstanbullu beyzadelerin bile Çorum ağzıyla konuştuğu romandaki kahramanların karaktere dönüşememesi en büyük kusur elbette. Karakteri nispeten daha belirgin çizilmiş olan Abdülkerim’in ise ana hikâye ile ilgisiz ve adeta soft porno kıvamındaki maceralarının kapladığı yerin fazlalığı dikkat çeken bir sorun.
Ama en önemli kayıp, Emin Bey’in Dostoyevski karakterlerini aratmayan derinlikteki iç geriliminin yeterince işlenmeden yalnızca romanın son sayfalarında şöyle bir su yüzüne çıkması. Gerçek bir romancı buradaki trajik ikilemi eserinin ana ekseni yapardı. Kemal Tahir de bunu yapabilecek bir kumaşa sahiptir ama niyet roman yazmaktan ziyade tarih yazmak olunca, Kurt Kanunu büyük bir roman olabilecekken edebi değeri olmayan bir didaktik metin olmuş.
Bu metinde bulabileceğiniz tek şey, cumhuriyetin tesisi ve tek parti iktidarının teşekkülü süreçlerine ilişkin Kemal Tahir’in sıra dışı görüşleri. Mamafih burası da apayrı bir problem alanı.
En başta Kara Kemal’e Marksist perspektiften bir ekonomi politik çözümleme yaptırması... Sonra yine Kara Kemal’in ağzından İttihatçılığın güya özeleştirisi kabilinden, 31 Mart için “Bizim marifetlerimizden”, Mahmut Şevket Paşa suikasti için “Önceden haberdardık” gibi saçma laflar söyletmesi…
Saçma, çünkü en amansız ittihatçı düşmanlarının bile ciddiye almadığı bu suçlamaları İttihat Terakki’nin en önemli liderlerinden biri söylüyor!
Türkiye’deki iç siyasetin, dolayısıyla iktidar değişikliklerinin aslında dış güçler tarafından belirlendiği fikrini de Kara Kemal’e söyletiyor romancımız. “Selanik masonluğunun çoğu İngilizci… Buna karşılık Enver-Talat Almancı…” şeklinde gülünç iddiaların yanında konuyu Sovyetlere bağlamak için kullandığı iplik de fazlasıyla zayıf: “Sosyal adalet arayan Batı (Kara Kemal’in ağzından konuşan romancımız ‘komünist model’ demek istiyor) 1917’den sonra olduğu gibi etiyle kemiğiyle ortaya çıksaydı, biz Osmanlılar devlet eliyle adam zengin ederek kapitalist batıya benzeme çılgınlığından vaz geçerdik.”
Batı emperyalizmi, Kemal Tahir’e göre, Osmanlı devletini 1917’deki Bolşevik ihtilalinden etkilenmemizden korktuğu için alelacele parçalamıştır. 1917 olmasaydı bizi parçalamaya gerek duymayacaklardı...
Bunlar, tamam, çok ilginç görüşler ama ne akılla mantıkla ne de tarihi gerçeklerle bağdaşıyorlar. Hele İttihat Terakki’nin “küçük efendi”sinin ağzından edilen şu laflar: “İktidarı hak etmemiştik. İmparatorluk bu yüzden battı…” “Ne yaptıksa, iyi kötü, hep Almanların isteğiyle, onların desteği sayesinde, onların çıkarına yaptık.”
Hani bir zamanlar Fetullahçıların tv kanallarında yayınlanan diziler vardı. Karanlık Konsey toplantısının açılışında “Evet, arkadaşlar… Türkiye’yi bölüp parçalamak için sahneye koyacağımız kötülükleri gözden geçirmek için toplanmış bulunuyoruz…” diye konuşan adamlar vardı hani.
Ne farkı var Kara Kemal’e söyletilen lafların bunlardan?