Hayır, anlamadık. Bunun başlıca iki sebebi var. Edebiyatı bolca yapılan Türk dünyasını yeterince tanımıyoruz, o ülkelerdeki dinamikleri değerlendiremiyoruz. “Türk dünyası uzmanı” sıfatıyla ortalarda gezinen kişiler bile yusyuvarlak laflardan öte malumat veremiyorlar. Ansiklopedilerde okuyabileceğiniz türden şeyler söylüyorlar.
Kazakistan çok geniş topraklara sahipmiş. Bir yanında Rusya, öbür yanında Çin varmış. Petrol ve doğalgaz zenginiymiş… vesaire vesaire… Peki, Kazak kardeşlerimiz niçin “durup dururken” sokaklara dökülmüşler? Bu soruya cevap veren yok. Cevap verenler var aslında ama söyledikleri cevap değil. “Amerika yaptı… Rusya düğmeye bastı… Asıl hedef Türkiye…” gibi bir sürü saçma laf...
Oysa Kazakistan gibi bir ülkede o kadar insan kelle koltukta sokağa çıkmayı göze alabiliyorsa artık canlarına tak etmiş olan bir şeylerin olması gerekir. Bizim “uzmanlar” bunun ne olduğunu söyleyemiyorlar.
Yanlış anlaşılmasın, gerçek uzmanlardan değil, böyle zamanlarda ortaya çıkıp uzmanlık taslayanlardan söz ediyorum… Muhakkak ki sayıları çok fazla olmasa da bölgeyi iyi etüt etmiş, bu konularda hakkıyla değerlendirme yapabilecek kapasitede “gerçek uzmanlar” var Türkiye’de... Akademide var, hariciyede zaten var, hatta iş dünyasında ve sivil toplum çevrelerinde de var böylesi uzmanlar. Ama nedense onlar pek ortalarda görünmüyorlar özellikle böyle zamanlarda. Bu da ayrı bir problem.
Aslında uzmanlık para etmiyor bizde. Çünkü bizdeki “aydın kamuoyu” yalnızca Avrasya konusunda değil ülke sınırları dışındaki hemen her konuda genel geçer karakuşi değerlendirmelerle yetinmeyi, slogan seviyesinde hükümleri dillendirmeyi seviyor. Derinlemesine analiz, detaylı bilgi, rasyonel perspektif aramıyoruz.
Mesele bence, sanılanın aksine, yalnızca son bin yıllık tarihî süreçte bölgeye olan ilgimizin giderek kaybolmuş olmasından ibaret değil. Genel olarak dışımızdaki dünyaya kapalı bir duruşumuz var bugün.
Ekonomik ve kültürel anlamda entegre olduğumuz Batı dünyasına bile gözü kulağı açık sayılmayız. Belki kendi küçük dünyamız bize yettiği için…
Ama ilgi olmayınca bilgi de olmuyor işte.
***
Kazakistan’da ne olduğunu anlayamamış olmamızın bir sebebi bu durum. Tek kelimeyle söylersek, cehaletimiz. Sözüm ona Türk dünyası uzmanlarımızın bile Türk dünyasından habersiz oluşları.
İkinci sebep ise Kazakistan’ın kendi siyasi ve sosyal yapısı. Otuz yıl önce Sovyetlerin dağılması sonucunda bağımsızlığını kazanan ülkede Sovyet yönetim sistemi otuz yıldır değişmeden devam ediyor. Göstermelik seçimler, tek parti idaresi, polis korkusu…
İktidar partisindeki “politbüro” takımının -ve ailelerinin- merkezinde yer aldığı dar bir zümrenin ülke kaynaklarını diledikleri gibi değerlendirdikleri bir düzen…
Özgür basın yok, bağımsız yargı yok, gerçek manada muhalefet partileri yok, sivil toplum yok. Dolayısıyla halkın şikayetlerini ve taleplerini duyurabileceği kanallar yok.
Maalesef eski Sovyet cumhuriyetlerinin hemen hepsinde durum aynı. Hatta Kazakistan bunların arasındaki en sağlıklı siyasi yapılardan biri olarak gösterilir öteden beri. (Gerisini siz hesap edin...)
Ülkenin bu kapalı yapısı itibarıyla içerideki toplumsal atmosferin dışarıdan izlenmesi de zorlaşıyor. Nitekim “Arap Baharı” fırtınasıyla sarsılan ülkelerde yaşananlar da çoğumuz için sürpriz olmuştu. Ne var ki sürprizden daha kötü şeyler de oldu neticede. En geniş kara sınırına sahip olduğumuz komşu ülkenin siyasi ve sosyal yapısı konusundaki bilgimizin yetersizliği tamiri imkansız hasarlara yol açtı.
Karşımızdaki ülkenin kapalı yapısı kamuoyunda berrak bir değerlendirme yapmayı zorlaştırabilir ama ilgili kurumların durumu farklı olmalı. Elbette, devletteki tecrübe birikimini ve kurumsal hafızayı yönetim mekanizmasının dışına çıkarmak aklınızın köşesinden geçmediği takdirde…
***
Suriye’yi bırakıp tekrar Kazakistan’a dönersek… Bu ülkedeki temel sorun, eski Sovyet cumhuriyetlerinin hepsinde de görüldüğü üzere, kapalı rejim sorunu dedik… Peki, başka türlü olabilir miydi? Yani Sovyet sisteminden kopan ülkelerde hukuka bağlı demokratik bir düzen tesis edilebilir miydi?
Ne yazık ki bu soruya olumlu cevap verebilmek de kolay değil. Söz konusu ülkelerin neredeyse hiçbirinde bu gerçekleşmedi. Tarihî ve kültürel anlamda Avrupa’nın parçası olan Baltık cumhuriyetlerini saymazsak, Gül Devrimi ve Turuncu Devrim sonrasında Gürcistan ve Ukrayna bu hedefe en fazla yaklaşan ülkeler oldu ama onlar da Rusya’nın pençesinden bir türlü kurtulamadılar. Demokrasi taleplerinin hep gündemde olduğu Kırgızistan’da ise sular hiç durulmadı.
Çünkü siyasi rejimlerin karakterini ülkedeki yönetim geleneği, siyaset kültürü, sosyoekonomik yapı, buna bağlı olarak toplumun ihtiyaçları ve talepleri gibi ana faktörler belirliyor. Bu zaviyeden Orta Asya ülkelerindeki siyasi düzenlere bakıldığında aşırı beklentiler içinde olmamak gerekiyor.
90 yıllık komünizm tecrübesinden çok önce başlayan köklü modernleşme geleneğine rağmen bugün Rusya’da da demokratik bir rejim yok. Ve bunun anlaşılabilir sebepleri var. Düşünün ki seçim sandığıyla tanışıklığı 150 yılı bulan ve 70 yıldır evrensel standartlarda serbest seçim yapan Türkiye bile demokrasinin işleyişi konusunda hâlâ bocalıyor.
Zira demokratikleşmeyi bir anda sabit bir yapının inşa edilmesi gibi değil, dinamik bir süreç olarak düşünmek durumundayız. İlk aşamada hiç değilse seçim yapma kuralı oluşur, nihayetinde halkın iradesini yönetime yansıtma prensibi çok daha derin tabakalara nüfuz eden karmaşık bir kültür halini alır.
Eski Sovyet ülkeleri ve bu arada Kazakistan açısından önemli olan, toplumsal modernleşme ve siyasi demokratikleşme yolculuğunun bir şekilde başlamış olması.
Diğer yandan, Kazakistan’ın ne Avrupa ülkeleri ile ne de Türkiye ile sınırı var. Tam aksine Rusya’nın nefesini daima ensesinde duyduğu bir coğrafyada yer alıyor. Bu da işini zorlaştıran unsurlardan biri.
Umalım ki bu kardeş ülke sorunlarını tez zamanda ve mümkün olan en az kayıpla çözebilsin.