Herkes bilir: “Değer siyaseti”, yani reel durum üzerinden değil de toplumun idealleri üzerinden oy istemek seçimde para eden bir yoldur. Ama bir kitle partisini iktidara getirmek -veya iktidarda tutmak- için yeterli değildir. Hamaset karın doyurmaz çünkü. Bu bakımdan, ülkeyi yönetme sorumluluğunu üstlenen veya üstlenmeye talip olan siyasi kadrolar halka “açlık” vaat ederek oy isteyemezler.
Churchill gerçi İkinci Dünya Savaşı’na girerken halka kan ve göz yaşı vaat ettiğini söylemişti ama “ülkesine savaş kazandıran başbakan olarak” girdiği ilk seçimi kaybetti. Halkın yöneticilerden beklentisi savaş kazanması değil, mümkünse ülkeyi savaşa sokmamasıdır. Mamafih savaşa sokmamak da tek başına bir şey ifade etmez tabii. Öyle olsaydı aynı savaştan sonra İsmet İnönü yönetimi iktidardan düşmezdi.
Hiçbir hükümetin halkın gündelik hayatındaki sıkıntıları küçümseme lüksü yoktur. Demirel’in hep tekrarlanan “Tencerenin deviremeyeceği iktidar yoktur” sözü bunu anlatır. Seçmenin oy verme tercihlerinde en büyük belirleyici her yerde ve her zaman ekonominin durumudur. Çünkü insanlar şunu düşünürler: Benim mutfağımdaki yangını söndüremeyen bir hükümet orman yangınını da söndüremez. Ekonomiyi yönetemeyen bir hükümetin ülkeyi yönetmesi düşünülemez.
Yalnızca seçim sandığıyla gelen hükümetler değil, tarih boyunca dünyanın her yerinde ve her devirde kralların, padişahların, imparatorların da önceliği daima halkın mutfağı olmuştur. Roma imparatorları için bilhassa başkent ahalisinin buğday ihtiyacını karşılamaktan daha önemli bir konu yoktu.
Osmanlı padişahları da özellikle İstanbul halkının temel tüketim ürünlerine kolay ve ucuz biçimde ulaşabilmesini sağlamayı öncelikli iş olarak görürlerdi. Mehmet Genç “iaşecilik” adını verdiği bu politikanın Osmanlı ekonomisinin üç temel ilkesinden biri olduğunu ileri sürmüştür.
Hal böyleyken bugün iktidar sahiplerinin halka “Evinize et, süt, yumurta götürmeye gücünüz yetmez oldu ama biz bundan daha önemli işler yapıyoruz. Böyle sıradan mevzulara takılmayın” diye seslenmesi siyasetin doğasına aykırı bir tutum olur, öyle değil mi? Öyle ama mevcut iktidar bunu yapıyor. Soğan fiyatının sembolize ettiği hayat pahalılığı problemine ilişkin şikayetleri küçümseyerek “Biz TOGG yapıyoruz, siz soğandan bahsediyorsunuz” diye kızıyorlar.
Galiba numara yapmıyorlar, gerçekten kızıyorlar. “Yerli ve milli otomobil” üretimine ön ayak olmuş bir siyasi iktidarın “ülkedeki birtakım sorunlardan dolayı eleştirilmesi” zorlarına gidiyor sahiden.
Kızgınlıklarından dolayı da “Merak etmeyin, bu sorunu çözeceğiz, yakında soğanı ucuza yiyeceksiniz” gibi klişe bir laf söylemeyi bile akıl edemiyorlar. Ki böylesi içi boş vaatlerde bulunmaya, pembe ve beyaz yalanlarla durumu idare etmeye alışkınlar aslında.
Ama nedense bugünlerde öylesine bir akıl tutulması yaşanıyor ki iktidar sahipleri normal şartlarda hiçbir siyasetçinin yapması düşünülemeyecek yanlışları üst üste yapıyorlar. Mesela soğanın pahalılığından şikâyet edenleri Hz. Musa’ya itaatsizlik eden Yahudilere benzetmek gibi.
Siyasi figürler ile dini figürler arasında bu şekilde saçma benzerlikler ihdas etmeye de özel bir merakları var zaten. Siyasi vaziyeti dinî bir mesele olarak kabul etmemizi istiyorlar. Böylece her türlü olumsuzluğu da sözde birtakım dinî amaçların gerçekleşmesi uğruna sineye çekmemizi bekliyorlar.
Oysa bu akıllıca bir siyaset değil. Çünkü vatandaş soğanın sarımsağın fiyatını veya evine et, süt, yumurta götürüp götüremediğini hesaba katmadan “İslam dünyasının lideri olacağız, Kudüs’ü kurtaracağız, Ay’a çıkıyoruz, uzaya gidiyoruz…” laflarının peşine takılıp gitmez.
Pazardaki soğan sarımsak fiyatlarına bile hâkim olamayan bir yönetimin dünyaya hâkim olma mücadelesi verdiğine inanacak olanlar vardır memlekette gerçi ama bunların kendi başlarına iktidar partisine bir seçim daha kazandıracak sayıda olabileceği de düşünülemez herhalde.