İslam dünyasının dört bir yanındaki uyanış hareketlerine ilham veren, rehberlik eden Cemaleddin Afgani’ye göre Müslümanların Batı emperyalizmi karşısında içine düştükleri zillet halinden kurtulmaları için dinlerinin özüne dönmeleri, bunun için de Müslüman toplumların her birinin zihniyetiyle ve yaşayış şekliyle modernleşmesi gerekiyordu. Çünkü Ra’d Suresi 11. ayette mealen “bir toplum kendini değiştirmeden Allah o toplumu değiştirmez” buyuruluyordu.
Toplumun modernleşmesi ise öncelikle milletleşmek demekti. Yani İslamcılığın hedeflerine ulaşmak için milliyetçiliğe ihtiyaç vardı. Şeyh Cemaleddin’in bu yüksek vizyonunu anlayanlar çok azdır ne yazık ki.
Hatta düz mantıkla milliyetçiliğin İslam topluluklarını birbirinden ayıracağını düşünerek Afgani’nin “ittihadı islam” idealine yönelik bir komploya hizmet ettiğini ileri sürenler bile olmuştur. Oysa Cemaleddin milletleşmeyi toplumları modernleştirecek yegâne dinamik ve bu yolda zorunlu bir süreç olarak görüyor ve emperyalist saldırılara karşı İslam toplumları arasında birlik kurmanın bundan sonra mümkün olabileceğini düşünüyordu.
İttihad-ı İslam ancak milli bağımsızlığını kazanmış olan toplumlar arasında gerçekleştirilebilirdi.
Afgani’nin milliyetçilik anlayışı dil temelinde toplumsal birlik veya tecanüs oluşturmak demekti. “Toplumun bütün kesimlerinin ortaklaşa kullandığı bir dil olmadan millet olunamaz” diyordu. Aydınları halka yaklaştırmak için halkı aydınlara yaklaştırmak gerekiyordu. Bu hedef doğrultusunda dilde standartlaşmayı, bunun için de sadeleşmeyi destekliyordu. Ama aynı zamanda da dildeki kavram setinin zenginleştirilmesini.
Avrupa toplumlarının çoktan yaptıkları şeydi bu.
Bir yandan halk kitlelerini eğitmek ve aydınlatmak için, bir yandan da aydınların halka ulaşmasını kolaylaştırmak için gerekliydi “dil birliği” diye andığı olgu.
Şeyh’in sözgelimi şair Mehmed Emin Yurdakul’la ilişkisine, yani Türkçe Şiirler müellifinin sade dille terennüm ettiği hamasi manzumeleri canla başla teşvikine pek anlam veremeyenler işin bu yanını kaçıranlar.
(Afgani’den bu bağlamda “Bu büyük İslâm müceddidi, Türk vatanında Mehmet Emin Bey’i bularak halk lisanında, halk vezninde milliyetperverâne şiirler yazmasını teşvik etmiştir” diye bahseden Ziya Gökalp meseleye bihakkın vakıf olanlardan biri elbette. Zaten Gökalp de benzer görüşe sahip olarak genç edebiyatçıların sade dille halka ulaşacak mahiyette ürünler vermelerini teşvik ediyor, hatta onlara örnek olmak üzere bazı görüşlerini hece vezninde basit manzumeler şeklinde telif ediyordu. Diyarbakırlı filozofun “Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak” formülünün Afgani’nin vizyonuna en yakın modernleşme programı olduğunu da söyleyelim.)
***
Afgani sadece Türk milliyetçilerine bu yolu göstermiş değildir. Hindistan Müslümanlarını Urducayı geliştirerek milli birliklerini güçlendirmeleri yolunda teşvik eden de odur. İran topraklarının İngiliz emperyalizminden kurtulması için öncelikle bir İran milliyetçiliğinin teşekkülünü şart sayan, Muhammed Abduh başta olmak üzere birçok talebesini Mısır milliyetçiliği için çalışmaya ikna eden, Mehmet Emin Resulzade gibi isimleri Turancılıktan Azerbaycan milliyetçiliğine sevk eden Afgani’dir.
Müslüman toplumların aşiret, kabile vs. bağlarının ötesinde ortak kimlik değerlerine sahip bir millet haline gelmeleri toplumsal modernleşmenin gereğiydi. Toplumsal modernleşme ise İslam milletlerinin Batı emperyalizmi karşısında birlik oluşturmalarının şartıydı.
Dolayısıyla Şeyh Cemalettin’e “Türkçü bir mütefekkir” demek meselenin epeyce uzağında kalmak olur. Bir insanın aynı hem Türk milliyetçisi hem Mısır milliyetçisi hem de İran milliyetçisi olması mantıklı olmayacağına göre konuya gezgin bilgenin modernist vizyonu açısından bakmak gerekiyor.
Ancak maalesef gerek İslamcıların gerekse Türkçülerin Cemaleddin’e bakışları körlerin fil tarifindeki gibi Gezgin Bilge’nin vizyonunun bütününü değil, bir bölümünü ihata edebiliyor. Kimileri yalnızca anti-emperyalist yönünü görüyor, kimileri sadece modernizmini, kimileri Müslüman milletlerin vahdeti idealini, kimileri de bir tek milliyetçilik fikrini. Oysa Afgani’nin fikir dünyasında bütün bu unsurlar birbirini tamamlayıcı biçimde yer tutuyor. İslamcılığı, milliyetçiliği, toplumsal modernizmi ayrı ayrı yollar olarak görüp bunlardan birine intisap etmiş olanlar bu vizyonu anlayamadılar, hâlâ anlayamıyorlar.
***
Öte yandan, sevenlerinin bile aslında tam anlamıyla nüfuz edemedikleri fikriyatı aleyhinde muarızlarının ürettiği negatif mitoloji muhafazakâr dindarlar üzerinde epeyce etkili oldu. Ömrünü islam dünyasının zilletten kurtuluşu davasına adayan bu büyük adamı mezhepsiz, din tahripçisi, İran ajanı vs. olarak yaftalayıp “İslam düşmanı” diye damgalama yaklaşımı bugün geçmişte olduğundan bile daha güçlü.
Neden derseniz… Dinî zihniyetin modernleşmesi önerisini, hatta dinî zihniyeti bırakın, toplumsal kurumların modernleşmesi önerisini bile topluma kabul ettirmek hep zor olmuştur. Çünkü dinin özüne dönmekten, tarihsel yorumlardan arındırılıp temel mesajını bugünün dünyasında yeniden hayata geçirmek gereğinden söz ederken “gelişip kalkınmak istiyorsanız dininizi terk etmeniz lazım” diyenlerden ayırt edilmek zor. Burada hem inanç hem de kimlikle ilgili hassasiyetler rol oynadığı için “bunlar dinimizi içeriden yıkmak istiyorlar” propagandasını işletmek kolaylaşıyor.
Bu propagandaya maruz kalan tek kişi Cemaleddin değil elbette. Söz gelimi İkinci Meşrutiyet döneminin tartışmalarına bakarsanız İslamcı aydınların önüne çıkarılan en büyük engelin dindar kitlenin biçimsel algıları ve geleneksel hassasiyetleri olduğunu görürsünüz.
Ama tabii Cumhuriyet döneminde teşekkül eden neo-islamcı popülizmin böyle bir derdi kalmadı. Çünkü dinde öze dönmeyi falan değil sözgelimi kadınların etek boyunu tartıştığınızda kalabalıklardan reaksiyon yerine destek görebiliyorsunuz.
Mehmet Akif’in adını dilinden düşürmeyen ama aslında Mustafa Sabri’nin yolundan giden “popüler İslamcılık” Cumhuriyet döneminin özel şartlarının da yardımıyla işte bu sayede belki tarihteki en güçlü günlerine erişti.