Önümüzdeki seçimin sonuçlarını tahmin etmemizi zorlaştıran faktörlerin başında bilhassa 2014’ten bu yana yapılan seçimlerde iktidar partisinin oylarında görülen “aşırı sıçramalar” yer alıyor. Sözgelimi ana muhalefet partisi CHP’nin oyları çok uzun zamandır -ülkede ne olursa olsun- anlamlı bir oranda değişmiyor. Ne artıyor eksiliyor. Buna mukabil AK Parti -iktidarda olması itibarıyla- ülkedeki her gelişmeden olumlu veya olumsuz şekilde etkileniyor. Ancak burada dikkat çeken husus bu etkilerin daima dramatik seviyede görülmesi. Seçmenin teveccühü de sırtını dönme tavrı da belli belirsiz değil, herkesin kolaylıkla anlayabileceği netlikte.
Hatırlayalım… İktidar partisi 7 Haziran 2015 seçiminde bir önceki yılın cumhurbaşkanlığı seçimine kıyasla 4 milyon seçmen kaybetti ama bundan 5 ay sonra yapılan seçimde 5 milyon daha fazla oy aldı. MHP desteğiyle girilen 2018 cumhurbaşkanlığı seçiminde ise bu sayı 3 milyon arttı. Ne var ki MHP’nin bir önceki seçimdeki oyu 5,5 milyon olduğundan burada artış yerine azalma var aslında. 2019 yerel seçimlerinde ortaya çıkan tablo iktidar partilerinin oylarındaki erimenin sürdüğünü gösterdi. Bugünlerdeki anket sonuçları ise AK Parti ve MHP oyları açısından daha da vahim bir ivmenin habercisi.
Bugünlerde ülkenin durumunun iç açıcı olmadığı ortada. Ne pandemi sürecini ne orman yangınlarını ne ekonomideki sorunları yönetebildi iktidar. Kendi çekirdek tabanında bile işlerin düzelebileceğine yönelik bir ümit kalmadı. Buna rağmen iktidarın hâlâ gelecekten ümidinin olması son dönemdeki seçimlerde görülen aşırı sıçramaların tekrarlanabileceği ihtimalinin bir tür inanca dönüşmüş bulunmasından galiba.
Oysa özellikle 2014’ten bu yana gerçekleşen seçimlerdeki oy sıçramalarının tesadüfi olmadığı, belirli somut sebeplere dayalı olduğu belli. Şimdi bu bahse konu sebeplerin neler olduğunu belirleme hususunda akıldan ziyade duygular öne çıkarsa bir sonraki seçime ilişkin kullanışlı bir projeksiyon geliştirmek de mümkün olmaz.
Mesela 2015 haziranındaki sonuçla aynı yılın kasım ayındaki seçim sonuçları arasındaki devasa mesafeyi doğru olmayan gerekçelere bağlayarak açıklamaya çalışmak ne iktidara ne de muhalefete fayda getirir.
Önceki gün bu sütunda çıkan yazıda “7 Haziran seçimi sürecinde AK Parti açısından cumhurbaşkanının anayasal statüsü olan tarafsızlıktan uzak duruşu birinci problem, hükümetin ve iktidar partisinin yönetiminde çift başlılık görüntüsü ikinci problem durumundaydı” demiştik. (Bunlara ilaveten “üç dönemlik”lerin tasfiyesi dolayısıyla parti vitrininin boşaltılmış olması ve yolsuzluklar konusu da diğer problemlerdi.)
Cumhurbaşkanı Erdoğan kasım seçiminin kampanya sürecinde pek ortalarda görünmedi. Hiç değilse Haziran seçimi öncesindeki kadar siyasi mesaj vermedi, açılışlara katılmadı, muhtarlara hitap etmedi. O günlerde konuşulanlara göre, danışmanları kamuoyunun devlet ve parti yönetimindeki “çift başlılık” görüntüsünden rahatsızlığını dile getirip mümkün olduğunca parti siyasetinin dışında bir fotoğraf vermesi tavsiyesinde bulunmuşlardı kendisine. Erdoğan’ın uzun süredir hizmet aldığı ve güvendiği iki ayrı kamuoyu araştırma şirketinin önerileri de bu merkezdeydi. Bir de iktidar partisinden bazı milletvekilleri ile bazı bürokratların doğu ve güneydoğuda gerçekleştirdikleri temasların neticesinde hazırlayıp cumhurbaşkanına sundukları bir rapor vardı. Bu raporda da benzer tespit ve öneriler yer alıyordu.
Anlatılanlara bakılırsa, durumun vahametini gören Cumhurbaşkanı bu uyarıları ve önerileri ciddiye alıp gereğini yerine getirmişti. Kasım ayındaki seçimin sonucunu belirleyen en önemli faktör kimilerine göre buydu.
Ne var ki seçimden hemen sonra durum eskisini bile aratır hale geldi. Yalnızca “muhtarlara sesleniş” toplantıları benzeri etkinlikler yeniden başlatılmakla kalmadı, çok daha ileri adımlar atıldı. “Yönetimdeki çift başlılığı ortadan kaldırmak için” ülkenin seçilmiş başbakanı bir saray darbesiyle devrildi. Henüz parlamenter sistem yürürlükteyken Beştepe fiilen hükümet merkezi oldu. Ardından adım adım Başkanlık yönetiminin taşları döşenmeye başladı.
Bu sırada 2013’teki 17-25 Aralık sürecinden iki buçuk yıl sonra yeniden FETÖ sahneye çıkmıştı. Adeta bir “dejavu” yaşandı. 15 Temmuz 2016’daki ihanet girişimine duyulan öfke ve nefretin oluşturduğu toplumsal konsolidasyon sayesinde -ve MHP’nin desteğiyle- 2017’de Başkanlık rejimine geçişi öngören anayasa değişikliği referandumdan geçebildi; ardından 2018’de Başkanlık seçimi de AK Parti adayının zaferiyle sonuçlandı ama karanlık yapı bertaraf edilip durum normale döndüğünde kamuoyu desteği yeniden inişe geçecekti.
Ülkeyi uçuracağı söylenen Başkanlık yönetimi altında ise başta ekonomi olmak üzere her alanda işler daha da kötüye gitti. Devlet giderek yönetilemez hale geldi. Doğal olarak partinin oy tabanı da erimeye devam etti. Öyle ki artık hiçbir durumda tabanın konsolidasyonu eskiden olduğu ölçülerde sağlanamıyor.
Peki, bu durumda önümüzdeki seçimin bir iktidar değişimi getireceğine kesin gözüyle bakabilir miyiz? Bu ihtimalin çok yüksek olduğu belli. Ama ayakları yere basan bir projeksiyon yapabilmek için yine de önceki seçimlerde gördüğümüz büyük oy sıçramalarının ve partiler arası oy geçişlerinin soğukkanlı şekilde analiz edilmesi gerekiyor.
Fırsat bulursak tekrar dönelim bu noktaya…