Çoğu kişi Adnan Oktar grubuna yönelik operasyona şaşırdı, arkasında siyasi bir sebep aradı. Oysa sebepler siyasi değil düpedüz adli. Gizli kamera görüntüleriyle şantaj, tehdit vs… gibi suçlamalardan söz ediliyor.
Bazıları da grubun din istismarına dayalı örgütlenmesinin soruşturulduğunu düşündü. Hayır, din istismarı şeklinde bir suçlama söz konusu görünmüyor. Çünkü din istismarı ele gelir somut delillerle kolayca ispatlanabilecek bir suç sayılmaz. TCK’da yeri var ama çok yüzeysel bir tanımla ele alınıyor ve pratikte de sadece falcılara, muskacılara vs karşı uygulanıyor.
Meşhur bir hikâye vardır hani… Büyük İskender yakalanıp huzuruna getirilen bir korsana hiddetle sorar: “Ne hakla denizde gemilere saldırıyorsun, başkalarının mallarını yağmalıyorsun?” Korsan cevap verir: “Sen hangi hakla tüm dünyaya saldırıp yağmalıyorsan aynı hakla. Aslında aynı işi yapıyoruz. Ama benim küçük bir gemim olduğu için bana korsan diyorlar, senin büyük bir donanman olduğu için sana imparator.” (Meraklısına not: Çoğu yerde bu anekdotun kaynağı olarak gösterilen Aziz Augustinus’un Tanrı Şehri kitabının çevirmeni Marcus Dods ilk kaynak olarak Seneca’yı zikrediyor. “The City of God”, Çev. Marcus Dods, Hendrickson Publishers, 2009, sh. 125 ve 152)
Demek istediğim… Falcı, muskacı, cinci vs. dediğimiz bir kişi eğer etrafındaki üç beş saf vatandaşı kandırıp üç beş kuruş kazanıyorsa yakalanıp yargılanabiliyor. Ama başka bir adam mehdi olduğuna, mesih olduğuna, evrenin yöneticisi olduğuna vs. yüzbinlerce kişiyi inandırıp buradan sağladığı güçle illegal işler yapıyorsa yargıdan adeta muaf olabiliyor.
***
Ancak bu noktada yanlış anlaşılmaya mahal olmasın: Beğenmediğimiz veya yanlış bulduğumuz dini görüşlerin propagandası veya bunların örgütlenmesi yargı konusu olamaz. İnanç özgürlüğü ilkesi zaten beğenmediğimiz inançlar için var. Demek istediğim şu: Fetullahçılık veya Adnancılık gibi yapıların her türden illegal faaliyetleri öteden beri az çok bilinmesine ve hatta şikâyet konusu olmasına rağmen bu grupların toplumsal güçleri veya siyasi irtibatları dolayısıyla pratikte dokunulmazlık sahibi olmaları kabul edilemez. Bu konudaki, en hafif tabiriyle, gevşekliğe izin verilmemesi yolunda toplumsal bir konsensusa ihtiyaç var.
Bu bağlamda yine üzerinde toplumca mutabık olmamız gereken bir husus daha var: Tarikat, cemaat vb. adlarla anılan dini yapıların faaliyet alanlarının sınırı… Açık konuşalım… Holdingleri, fabrikaları, hastaneleri, üniversiteleri, tv kanalları olan, hatta bazıları resmen siyasi parti adı altında örgütlenen “dini” yapıların toplumun bütününün manevi eğitimi yolunda katkıda bulunmalarını beklemek çok gerçekçi görünmüyor. Bunların ticari ve siyasi faaliyetlerinden arta kalan zamanda insanları diğerkamlığa, nefis terbiyesine, tevazuya, hayırseverliğe, cömertliğe çağırmaları toplumun genelinde ne kadar etkili olabiliyor, ortada zaten.
Ama tabii bütün cemaatler aynı kefeye konmamalı. Tarikatlardaki dejenerasyonu eleştirirken de tasavvuf yolunu halen sağlıklı bir çizgide sürdüren yapılar tenzih edilmeli. Anadolu’yu vatan yapan Horasan Erenleri’nin çizgisinde mütevazı karınca adımlarıyla yürüyen gerçek dervişlere ancak saygı gösterilir.
***
Ne var ki mevcut dini grupların tamamı geçmişteki Horasan Erenleri’nin yaşayış ve davet metotlarını benimsemiş olsalar bile Türk toplumunun bugünkü din algısındaki problemlerin teşkil ettiği bir bataklık var karşımızda.
Çünkü iftiralarla masum insanların hayatını söndüren, kasetle şantaj yapan, akla gelmedik kötülükleri yapmayı kendine hak gören bir güruhun beslendiği kaynak Mars veya Jüpiter gezegeninde yer alıyor değil...
Daha evvel Fetullahçılık meselesini tartışırken de boyuna vurgu yaptığımız boyut “bataklığın kurutulması” hususuydu. Adnancılık da tıpkı Fetullahçılık gibi ne yazık ki bu toplumun din algısındaki bazı zaafları kullanarak var olabilen ve taraftar toplayabilen yapılardan biri.
Kabul etmek gerekir ki toplumdaki geçerli ve yaygın din anlayışının gediklerinden, boşluklarından yol bulup geçmiş olması gereken yapılar bunlar.
Bir düşünün… “Mahşer günü sorgusuz sualsiz cennete girecek tek cemaat” olduklarına inanan bir grup toplumdaki din anlayışı müsaade etmese ortaya çıkabilir miydi?
Mehdi veya Mesih olduğuna inandıkları sahtekarın istediği an Peygamberimizle yakaza halinde görüştüğüne inanan yüzbinlerce insan hangi iklimde yetişti?
Cesaret gösterip bu soruların cevabını bulma çabasına girişmezsek yarın başka Fetullahlar, başka Adnanlar da çıkar karşımıza.