İhsas-ı rey nedir, nasıl yapılır

İbrahim Kiras

Hukuk ve adalet kavramları adına tarihe geçmeye namzet bir örnek olay daha yaşandı geçen hafta ülkemizde. Aslında olay üç yıl önce başlamıştı. 2019’da İstanbul Belediye Başkanlığı seçimi yargı (YSK) kararıyla iptal edildi. Yeniden yapılan seçimi bu sefer daha büyük farkla kazanan Millet İttifakı adayı CHP’li İmamoğlu hakkında seçimden sonra da YSK’ya hakaret ettiği iddiasıyla dava açıldı. Oysa olayın bütün tanıkları İmamoğlu’nun dava konusu olan sözü İçişleri Bakanı Soylu’ya söylediğini ifade etmişlerdi.

Bu tartışmalı davaya bakan ilk yargıç bir müddet sonra aniden görevden alındı. Kendisine “sanığa siyasi yasak gerektirecek bir ceza vermesi için telkinde bulunulduğunu” söylediği iddiası daha sonra basına da yansıdı. Davayı üstlenen yeni yargıç ise sondan bir önceki duruşmada “Ahmak sözünün İçişleri Bakanı için söylendiği belli” demişti. İşte bu yargıç geçen hafta İmamoğlu’nun o sözü YSK üyelerini kastederek söylediğine hükmetti.

Böylece önümüzdeki seçimde cumhurbaşkanı adaylığı için adı geçen başlıca favorilerden biri hakkında siyaset yasağı getirilmiş oldu. Erdoğan’ın en önemli rakiplerinden birinin önünü kesen mahkeme kararının arkasında siyasi baskı ve telkin bulunduğunu söylüyordu muhalefet temsilcileri. İktidar sözcüleri buna karşılık muhalefeti suçladılar.

Erdoğan ortaya çıkan tartışmalı tablodan Altılı Masa’yı sorumlu tuttu, “Kendi içlerindeki taht kavgasına bizi alet etmek istiyorlar… Konu bir şahsın hakimlere hakaretten aldığı mahkumiyetten ibarettir” dedi.

Akşener’i hedef alan Bahçeli ise “İmamoğlu’nu cumhurbaşkanı adayı olarak sivriltmeye çalışan siyaset bezirganlarının Altılı Masa’ya dinamit fırlattığı ayan beyan ortadadır” iddiasında bulundu.

Yüksek Seçim Kurulu Başkanı da vardı mahkeme kararının muhtemel siyasi sonuçları hakkında konuşanlar arasında. Aynı zamanda davada -İBB Başkanı’nın kendilerine hakaret ettiği iddiasıyla- mağdur taraf olarak yer alan yüksek yargıç, henüz tamamlanmamış yargı süreci üzerine yorum yaptı; İmamoğlu aday olursa YSK olarak nasıl bir karar alabileceklerini açıkladı.

İmamoğlu’nun aday olması durumunda verebilecekleri mümkün ve muhtemel kararlar hakkında ayrıntılı açıklamalar yapan kurul başkanı, Erdoğan’ın üçüncü kez aday olmasının yasal imkânı konusunda ise şunu söyledi: “Önümüze gelebilecek bir konuda hukuki değerlendirme yapamam. İhsas-ı rey olur.”

Bunun üzerine birçok kişinin aklında aynı soru belirdi: Adaylardan biri hakkında ihsas-ı rey sayılmayan bir açıklamanın benzeri, diğer bir aday söz konusu olduğunda ihsas-ı rey olabiliyor mu? Bu tür tutumlar yargı kurumunun güvenirliğine zarar vermiyor mu? En başta yargı mensupları her ne olursa olsun hukuk kurumunun itibarını koruyup kollamak zorunda değiller mi?

İşin gerçeği, yargının bağımsızlığı veya tarafsızlığı meselesi bizde hep tartışma konusu olmuştur. Ama son dönemde bütün kurumları tek bir kuruma bağlama hülyasıyla kuvvetler ayrılığı prensibi ortadan kaldırılırken yargının bağımsız -ve dolayısıyla tarafsız- kalması iyice zorlaştı.

Gelgelelim bağımsız ve tarafsız yargı özellikle seçim dönemlerinde çok daha fazla önem kazanan -veya önemi çok daha fazla hissedilen- bir ihtiyaç.

Eski zamanlarda seçime üç ay kala Adalet, İçişleri ve Ulaştırma bakanları -anayasa gereği- istifa ederek yerlerini tarafsız bakanlara terk ederlerdi. Bugünkü sistemde bu yok. Daha doğrusu bu bile yok.

Elbette “tarafsız” denilen bakanların gerçek anlamda tarafsız olabilmesi veya tarafsız kalabilmesi zor. Ancak bu uygulama her şeyden önce sembolik bir anlam taşıyordu. Devlet kurumlarının bu işin içinde olmadığı ve olmayacağı mesajı verilmiş oluyordu. Hem kamuoyuna hem de bürokrasiye.

Bu yolla, sandığın güvenliğini sağlaması gereken polis ile jandarmanın ve oyların sayımından sorumlu yargı mensuplarının “seçimde tarafsız şekilde görev yapacakları” bir anlamda garanti ediliyordu.

Siyasi iktidarlar verdikleri bu sözü tutuyorlar mıydı? Bu yolda samimi bir çaba sarf ediyorlar mıydı? Tabii ki hayır. Eski dönemde de bir iktidarın kendisine yakın bürokrasi unsurlarını harekete geçirerek devlet gücünü istismar etmesi mümkündü ve bunun çok sayıda örneği görülmüştü. Ancak o dönemlerde siyasi iktidarın bürokrasiye tam olarak nüfuz edebilmesi mümkün değildi. Özellikle emniyet ve yargı kurumlarının tam kadro “iktidarın askeri” gibi davranmalarını mümkün kılacak bir yapılanma yoktu.

Bugün devlet kurumlarının partizanlaşması, hatta yargı kurumunun bile bağımsız ve tarafsız olma vasfından uzaklaşmış görüntüsü artık bütünüyle “sistemi bloke eden” bir arıza durumunda. Baksanıza, yürürlükte bulunan anayasa bir kişinin en fazla iki dönem cumhurbaşkanlığı yapabileceğini açıkça belirtmiş olduğu halde bir kişi üçüncü dönem için bu makama aday durumda. Asıl misyonu “muhalefete muhalefet etmek” olan bir kesim bugünlerde “Altılı Masa bu hukuksuzluğa niçin itiraz etmiyor” diye bir propaganda yürütüyor. Haklı mı bu yaklaşım?

Haklı değil tabii ki. En başta kimlerin cumhurbaşkanı adaylığına uygun olduğunu belirleyecek olan muhalefet değil. Muhalefet partileri Yüksek Seçim Kurulu veya Anayasa Mahkemesi nezdinde itirazda bulunabilirler elbette. Ancak böyle bir itiraz durumunda ilgili kurumların vereceği kararın “Erdoğan üçüncü kez aday olamaz” şeklinde çıkabileceğine ihtimal veren bir Allah’ın kulu var mıdır bu ülkede acaba?

Asıl sorun da zaten budur. Dolayısıyla, muhalefet cephesi iktidara “Bizi sandıkta yenemeyeceklerini bildiklerinden yargı üzerinden adaylığımızı engellemek istediler” propagandası yapma fırsatı vermek istemeyecektir.

Bunda anlaşılmayan ne var? Önce hukuku yeniden ayağa kaldırmanın siyasi zemini hazırlanmak zorunda. Başka çare yok maalesef.

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (34)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.