Dün toprağa verdiğimiz Prof. Hüsamettin Arslan benim otuz yıllık arkadaşım. Elbette bütün arkadaşları gibi ben de derinden etkilendim erken ölümünden. Dolayısıyla belki de duygularımı anlatmam beklenir. Hüsamettin Hoca da duygusal bir insandı aslında. Hemen her şeyden kolayca etkilenir, hislerini kolayca dışarıya yansıtırdı. O çok ciddi akademisyen görünüşünün altında çocuksu bir karakter vardı. Gülmeyi, ağlamayı bilen insandı.
Diğer yandan, 30 yıllık arkadaşımı tam da onun isteyebileceği şekilde toplumsal bir figür, hatta toplumsal bir fenomen olarak resmetmek de bir seçenek. Zaten Hüsamettin Arslan “post 12 Eylül kuşağı” diye adlandırmak istediğim bir aydınlar zümresinin sembolü benim gözümde. “Post 12 Eylül kuşağı” derken 1980’lerde sahneye çıkıp 1970’lerin ideolojik kalıplarını parçalamış ve 1990’lara kadar etkin olmuş bir zümreyi kastediyorum. Bütün gelgitleriyle birlikte tabii… Yani aşağı yukarı 12 Eylül’le başlayıp 28 Şubat’a kadar devam eden zihinsel bir arayış sürecinin aktörlerini. Hüsamettin Arslan entelektüel miladı 12 Eylül günü olanların en tipik temsilcilerinden biri. Buradan bakalım…
***
12 Eylül 1980 sonrası günler… Aşırı politize bir toplumsal ortamdan düpedüz apolitik bir atmosfere geçilmiş. Siyasi partiler, dernekler, sendikalar kapalı… Üniversite baskı altında… Cezaevleri tıka basa dolu… Böyle bir ortamda politik mücadele sürdürmek zor tabii. Ama zaten bıkkınlık var, çaresizlik ve yenilmişlik duygusu var o günlerde aydınların çoğunda. Geçmişin politik ve ideolojik ayrışmaları sorgulanıyor artık, nerede hata yaptık sorusuna cevap aranıyor her kesimde… Bu arada edebiyat, müzik, sinema ve mizah politikanın boşluğunu dolduruyor. Nitelikli edebiyat dergileri çıkıyor birbiri ardınca. İyi filmler çekiliyor. Resim sergileri yeniden popüler adresler oluyor. Teorik alanda da bir yenilenme ihtiyacı gösteriyor kendini. Solcular Frankfurt Okulu’nu keşfediyor. Sağcılar Weber’i. Tanpınar’da, Oğuz Atay’da, İsmet Özel’de buluşuluyor. Kemal Tahir tartışılıyor. “Panel”lerde bir araya geliniyor. İstanbul’da bütün bu işlerin merkezinde Çorlulu Ali Paşa Medresesi içinde yer alan Erenler kıraathanesi var. Yukarıda bahsettiğimiz bütün konular orada konuşuluyor, orada tartışılıyor. Paneller orada organize ediliyor, dergiler orada hazırlanıyor. Erenler’in merkezinde ise Hüsamettin Arslan var. Herkesin masasına uğradığı adam. Hüsamettin “eski ülkücü”. Geçmişini gururla sahipleniyor ama o yolda yürümenin doğruluğuna inanmıyor artık. O günlerde “eski ülkücü” diye adlandırılan kişilerin birçoğu “radikal İslamcı” çizgideler. İslami çizgiye soldan gelenler de var bu arada… Solcu aydın kitlenin sayıca daha küçük bir bölümü de “anarko-liberter” çizgide karar kılmışlar. Eski Akıncılar arasından İrancılar, mealciler vs. gibi farklı gruplar çıkmış. Taşlar dağılıyor, politik kimlikler yeniden dağıtılıyor... Ama etrafındaki bütün bu dalgalanmalara mukabil “Hüsamettin Hoca” o günlerde yalnızca kendi kişisel geçmişindeki politik angajmanı terk etmekle kalmıyor, bütün politik ve ideolojik bağlılıklara karşı teorik bir mesafe alıyor, “ben bilim adamıyım, ben toplumsal mekanizmaların nasıl işlediğini araştırmak durumundayım, hiçbir ideolojiye bağlanamam bu saatten sonra” diye konuşuyor.
Kendi kişisel kimliğini de Türk toplumunu anlamak için analiz edilmesi ve çözülmesi gereken sosyolojik bir problem olarak görüyor. Türk toplumunu anlama çabasına kendi serüvenini sorgulayarak başlıyor. Bir dağ köyünde doğmuş, parasız yatılı öğretmen okulunda okumuş, Anadolu’da ilkokul öğretmenliği yapmış birkaç sene. Sonra kapağı İstanbul’a atmış. Akademik dünyanın kapısını zorlamak için. Ne ailesinin ne kendisinin beş kuruş parası var. Kirasını güçlükle ödediği ev Sultanahmet’te eski bir binanın çatı katındaki tek odadan ibaret. Gazetelerde musahhihlik gibi işler yaparak yüksek lisansını, ufak tefek burslarla da doktorasını tamamlamış. İngilizceyi bir gün bile bir kursa gitmeden, kendi kendine kahvehane iskemleleri üstünde çalışarak öğrenmiş.
Böyle bir adam…
***
“Toplumun en dibinden geliyorum, buranın daha dibi yok” diyordu kendi sosyal kökenini anlatırken. “Türkiye’nin zencileri biziz” diyordu. “Benim teori gereği solcu olmam gerekirdi” diyordu, “sol literatürde emekçilerin ve ezilen kesimlerin çektiği acıların anlatıldığı pasajlar en çok beni etkiliyor. Ama ben Türkiye’de sosyalizmin kazanmaması için mücadele veren bir siyasi harekete katıldım. Bu bir çelişki değil. Çünkü Türkiye’de sosyalizm benim önce bir dağ köyünde doğup büyürken yaşadığım, sonra şehrin varoşlarında hayatta kalma mücadelesi verirken çektiğim acıların ideolojisi değil. Şişli’nin, Nişantaşı’nın şımarık çocuklarının ebeveynlerine isyanıdır Türk sosyalizmi…”
Lafın tam burasında sesini iyice yükselterek, hatta düpedüz haykırarak, “Türkiye’de sosyalizm sosyoekonomik düzene değil, halkın inancına karşıdır. Benim yoksul, aç, çaresiz gecelerimin tek sığınağı olan Allah’a karşıdır” gibi şiirsel cümlelerle anlatırdı gençliğinde neden ülkücü olduğunu.
Yalnız, bütün bunları teatral bir üslup içinde anlatırken masasında oturup onu dinleyenler çoğunlukla solcular veya “eski solcular” olurdu. Genellikle de hak verirlerdi Hüsamettin’in gençliğinde solculuğu değil ülkücülüğü seçmesine. Keza Ülkücüler ve İslamcılar da Hüsamettin Hoca’nın kendilerine yönelik en sert eleştirilerini bile sükunetle dinler, fazla itiraz etmezlerdi. Belki de edemezlerdi. Çünkü Hoca politika üzerine konuşurken politikanın diliyle konuşmazdı. Dini konulardan bahsederken de din dilini kullanmazdı. Muhataplarına “sosyolog” locasından hitap ederdi ve başka bir “dil” konuşanlara cevap vermezdi. Zaten bir entelektüel olarak tam da bu konfora ihtiyacı olduğu için sosyoloji profesörü locasını “fildişi kule” yapmıştı kendisine.
Şimdi cennetteki fildişi kulesinde sonsuz rahmet diliyorum aziz arkadaşıma, sevgili “Hüsamettin Hoca”ma...