Bir süredir yine çok sık işitmeye başladık “okumuşların ihaneti, okumamışların feraseti” temalı söylevleri. “Anadolu irfanı” sosuyla servis edilen cehalete övgü tiradlarını...
Son günlerde formülüne “İngilizler ile Amerikalılar Shakespeare okudukları için geri kaldılar” fantezisi de karıştırılarak nabızlara zerk edilmeye çalışılan bu tatlı şerbetin müşterisi hiç azalmıyor ne de olsa.
Her devirde alıcısı bulunuyor. Ama galiba bu sıralar nakite sıkıştılar ki satıcılar sırtlarında şerbet bidonuyla sokak sokak geziyorlar. “Başı ağrıyana, midesi yanana, kulağı çınlayana... feraset şerbeti getirdim” diye bağırarak...
“Gel vatandaş... Kitaplar uykunu mu getiriyor, şiirden sıkılıyor musun, müzik sevmiyor musun, tiyatroya katlanamıyor musun? Farklı fikirler işitmekten hoşlanmıyor musun? Shakespeare’i hiç duymadın mı, yoksa seyrettin veya okudun da birşeycik anlayamadın mı? Picasso’nun resimlerini ben de yaparım mı diyorsun? Hiçbir romanı sonuna kadar okuyamıyor musun? Namık Kemal’i fıkralarından mı biliyorsun? Tanpınar’ı sucuk markası mı sanıyorsun? Felsefe mevzuları sıkıcı mı geliyor, tarihte olmuş bitmiş olaylar ilgini çekmiyor mu? Toplumsal mekanizmaların işleyiş kurallarını merak etmiyor musun? Genel görelilik ve kuantum kuramlarının mala davara faydasını göremiyor musun?
Dert etme... Boş ver... Takma kafana... İç şu şerbeti, bir şeyciğin kalmaz. İstersen damardan da alabilirsin. Feraset şerbeti bu. Bir damlası bile yeter... Okuyandan, yazandan, düşünenden, ömrünü kütüphanelerde laboratuvarlarda geçirenlerden alacak şeyin kalmaz artık. Onlara ihtiyaç duymazsın geri kalan ömründe. Senin ferasetin yeter!
Gaza gelmeyi biliyorsun ya, başka şey bilip de ne yapacaksın!
Gel vatandaş... İç şerbeti, bul feraseti...”
***
Şaka bir yana... Bilginin değersizleştirilmesi, bilimin ve düşüncenin itibarsızlaştırılması yalnızca popülist halk güzellemesi için yapılmaz. Burada bir çeşit iktidar savaşı söz konusudur. Toplumun “peşinden gideceği” zümrenin kimlerden oluşacağına dair bir kavga. Kitleleri etkileme gücünün kimin elinde olması gerektiğiyle ilgili bir hesap.
Zaten feraset “karşı taraf”ın okumuşlarının temsil ettiği değerleri reddetmektir. Bizim okumuşlarımızın temsil etiği değerleri reddetmek feraset değildir. Hatta belki ihanettir.
Ne var ki bu güç savaşının toplumsal zihniyet üzerinde oluşturacağı tahribat yıkıcı olabiliyor... Kamboçya’daki Pol Pot rejimi kapitalist kültürün etkisine girmeyerek temiz kalmış köylü sınıfına dayanarak yeni bir toplumsal düzen kurmaya girişmişti. Neredeyse okuma yazması olan herkes bu düzenin önünde engeldi. Çünkü burjuva değerleri eğitim gören herkesi yozlaştırmıştı. Doktorlar, mühendisler, öğretmenler din adamları teker teker ortadan kaldırıldı. Pol Pot rejimi aydın düşmanlığını o kadar ileri bir boyuta taşımıştı ki binlerce kişi yalnızca gözlük kullandığı için “burjuva kültürünün temsilcisi” diye öldürüldü.
Maalesef bize de fazla yabancı olmayan bu “başımıza ne geldiyse okumuşlarımız yüzünden geldi” yaklaşımındaki sığlık, boyuna “medeniyet mirası” lafları edenlerin ağzında tutarsızlığın resmine dönüşüyor.
Oysa İslam geleneğinde alimler peygamberin varisi kabul edilir. Ancak peygamberin varisi diye tanımlanan “alim” esasen bilgili, okumuş insandır, yani entelektüeldir… Bugün alim dendiği zaman akla gelen beyaz sarıklı veya siyah kavuklu ve tercihan uzun sakallı kişiler değildir. Keza “uykusu bile cahilin ibadetinden hayırlı” olan alim herhâlde Arapça gramer kitaplarını teker teker ezberlemiş ama Arapça gazete okuyamayan zevat değildir.
Ama bugün alim kavramına ilişkin algı da dejenere durumda. Alim dediğinizde sosyolog, filolog, tarihçi veya matematikçi, astrofizikçi vs. gelmez akla. Problemin kaynağında biraz da bu var zaten…