Halep’in düşüşü tablosu insanlığın 21. yüzyılda ulaşmış olduğunu düşündüğümüz medeni seviyenin göz yanılmasından ibaret olduğunu gösteriyor. Tıpkı Orta Çağ’daki, hatta eski çağlardaki kanlı savaşlarda olduğu gibi taş üstünde taş ve baş üstünde baş bırakılmayan şehirler var karşımızda. Cengiz istilasından ve Haçlı seferlerinden bu yana az görülen manzaralar bunlar. Öyle ki Cihan Harbi’nin emperyalist işgalcileri bunların hiçbirini yapmadı. İşin en korkunç kısmı ise Suriye’deki iç savaşın taraflarının birbirlerine karşı herhalde çok uzun zamandır biriktirdikleri anlaşılan öfke, nefret ve düşmanlık hislerinin cesameti. Ancak bugünün konjonktüründe bunun köklerini tahlil etmeye kalkışmak lüks olur. Bugün gözlerimizin önünde anbean yaşanan bir insanlık trajedisi var. Halep düşerken insanlık da büyük bir sınavdan geçiyor.
Rusya, İran ve Esed yönetimi ele geçirdikleri bu kadim şehrin bir köşesinde sıkışıp kalmış binlerce insanın Halep’ten tahliye edilmelerini istemiyor veya sahadaki muharip unsurlarını buna ikna edemiyor; dolayısıyla buradaki insanların birer birer katledilmelerini tercih ediyor. Bunları engellemeye de kimsenin gücü yetmiyor. Veya bunun için ödenmesi gereken bedeli ödemeyi kimse göze alamıyor. İnsanlığın önündeki ders dediğimiz, insanlık trajedisi dediğimiz hadise bu.
Şimdi böyle bir tablo önümüzdeyken Suriye’deki iç savaşın başlangıcında Türkiye’nin yaptığı yanlışları gündeme getirmek veya muhalif cephede yer alan güçlerin işlediği suçları hatırlatmak ne iyi niyetli ne de insan olma şerefiyle bağdaşır bir tutum olamaz. Türkiye’nin Suriye politikasının yanlış olduğunu ilk günden beri konuşup yazmış biri olarak söylüyorum: Ne Ankara’nın geçmişteki hataları ne de muhaliflerin günahları bugün Moskova-Tahran-Şam eksenine bağlı güçlerin katliam girişimlerini meşrulaştıramaz. İkincisi, Suriye’deki iç savaşın o günkü Arap Baharı atmosferi içinde hak ve özgürlük talebiyle ortaya çıkan barışçı gösterilerin Şam yönetimince kanla boğulmak istenmesiyle başladığını da unutmamak lazım.
Gerek başlangıçtaki masum gösterilerde gerekse bilahare patlayan savaşta üçüncü tarafların parmağının veya desteğinin olup olmaması başka bir mesele. Bir şehrin meydanında gösteri yapan silahsız insanların üstüne ateş açan bir devlet kendi meşruiyetini de yürüttüğü siyasi mücadelenin ahlaki zeminini de kaybetmiş demektir. Bu bakımdan Suriye iç savaşında Türkiye’nin rolünü eleştirmeye kendilerini adamış kalemlerin işin bu kısmını daima görmezden gelmeleri en azından tutarsızlık.
Aslına bakarsanız, Suriye iç savaşında kendi hükümetlerinin rolünü sorgulayan kalemler Batı basınında da yok değil. Ama bunlar “kendi hükümetimizin yaptıklarını eleştirmek için karşı tarafı günahsız göstermeliyiz” diye bir saplantı içinde değiller. Çünkü tarafların ya yüzde yüz haklı ya da yüzde yüz haksız olması gerekmiyor. Dolayısıyla bizim hatalarımız da müttefiklerimizin kusurları da işin bu noktaya gelmesinde rol oynamış olabilir ama karşımızdakiler de masum melekler değil.
Batılıları hiç sevmiyoruz ama adamlar bu konuda örnek alınacak bir tutuma bağlılar. Özeleştiriden korkmuyorlar, çünkü asıl büyük hatanın yapılan yanlışlarda ısrar etmek olduğunu biliyorlar. Mesela İngiltere’nin eski Maliye Bakanı George Osborne önceki gün parlamentoda yaptığı konuşmada kendi hükümetinin Suriye’ye askeri müdahaleye karşı çıktıkları için Halep’in bugünkü halinden sorumlu olduğunu söyledi.
Keza İngilizlerin ciddi ve saygın gazetelerinde çıkan yorum ve analizlere bakarsanız, hem İngiliz hükümetlerinin hem de topyekun Batı dünyasının Suriyeli muhaliflere başlangıçta cesaret verip sonra onları ortada bıraktıkları yazılıyor. Bunlardan Independent’ın savunma ve diplomasi muhabiri Kim Sengupta Batı’nın ılımlı muhaliflere yardım etmekte geri durduğu için Körfez ülkelerinin finanse ettiği aşırı grupların güçlendiğini yazıyordu dünkü yazısında. Diğer yanda ise o zamanki İngiliz başbakanı Cameron’ın “Esad gitmeli” ısrarıyla, çatışmayı engelleyebilecek uzlaşma yollarını tıkadığını ileri sürüyordu.
Bu bağlamda Türkiye’nin hatası da Batı dünyasının başlangıçta cesaret verdiği muhalifleri yarı yolda bırakacağını öngörememiş olması ve bu yüzden uzlaşmaya açık kapı bırakacak bir politika izleyememiş olmasıydı. Yalnızca kendi gücüyle bu işin üstesinden gelebilmesi ise mümkün değildi. Buna rağmen ayağımızı yorganımıza göre uzatmadığımız için sonraki süreçte Rusya gibi bir güçle tek başımıza karşı karşıya kalınca Şam rejimiyle kavgamızda yolun sonuna geldik. Çünkü bir yanda IŞİD diğer yanda PYD kuvvetleri Türkiye için tehdit oluştururken ve bütün bu mücadelelerde yanımızda hiç kimse bulunmazken bugün Halep’te yaşanan yıkım ve katliama karşı elimizden gelen fazla bir şey yok maalesef. Buna rağmen kuşatma altındaki Halep halkının tahliyesi için gösterilen diplomatik çabalar da yanı başımızdaki kadim bir şehirde yaşananlara karşı sivil toplumun gösterdiği tepkiler ve yardım kampanyaları da bugünlerdeki en büyük tesellimiz. Hiç değilse gözümüzü ve kulağımızı kapatmayalım bu insanlık trajedisi karşısında.