Çünkü bugüne kadar elimizde insanlık tarihinin belirli bir döneminde yaşanan kırılmanın nasıllarına ve niçinlerine cevap veren ve adına bilimsel teori veya açıklama modeli veya paradigma diyebileceğimiz bir anlatı vardı. Şimdi bu söz konusu anlatı, yeni bulguların ortaya koyduğu yeni manzarayı açıklamakta yetersiz kalmış görünüyor.
Göbekli Tepe’de ne gördük?
Bazı insan topluluklarının henüz yerleşik tarım toplumları haline gelmeden önce gelişkin bir sembol dünyasına sahip olduklarını...
İnsanın doğadaki yeri ve diğer canlılarla ilişkisi hakkında yeni ve özgün bir anlayış geliştirdiklerini…
Birtakım dinî ritüellerin topluca icra edildiği kült mekanları (ibadethaneler) inşa ettiklerini…
Devasa ölçülerdeki bu yapıların ve içlerindeki heykel, resim, kabartma gibi eserlerin meydana getirilmesi için gerekli organizasyonu sağlayan bir sosyal hiyerarşinin mevcudiyetini…
Oysa mevcut paradigmaya göre bütün bunlar ancak tarım devrimiyle yerleşik hayata geçilmesinin ardından görülmesi gereken toplumsal olgular. Arkeolojide ve antropolojide genel kabul gören anlatı şu: İlk defa Neolitik Çağ’da (Ders kitaplarındaki adlandırmayla Cilalı Taş Devrinde) yerleşik hayata geçtik, tarımsal üretim yapmaya başladık, bazı hayvanları evcilleştirdik. Çünkü on bin yıl kadar önce değişen iklim şartları bizi hayat tarzlarımızı değiştirmek zorunda bırakmıştı. Bilahare Neolitik dönemin ikinci aşamasında (MÖ ~7000’den sonra) ise muhtelif metallerden aletler ve kilden çanak çömlek ürettik, şehirler kurduk, uzun mesafeli ticareti başlattık. Böylece toplumsal yapı ve ekonomi oluştu. Üst yapı kurumları ortaya çıktı. Din ancak bu dönemin ürünüdür. Tıpkı toplumsal sınıfların, emek sömürüsünün ve devlet kurumunun ancak bu dönemin ürünü olmaları gibi.
***
Çok uzun bir süredir yaygın olarak kabul gören bu anlayışın nihai formülasyonu arkeoloji alanında Marksist/materyalist yaklaşımın da en büyük ismi olan Gordon Childe’a aittir. Dinin ancak günümüzden beş bin yıl kadar önce (ilk şehirlerin, üretimde artı değerin, toplumda işbölümünün ve yazının ortaya çıktığı sırada) kurumsal bir yapı olarak görülmüş olabileceği kanısındaki Gordon Childe’a göre, “neolitik din”in varlığından söz etmek, “neolitik bilim”den söz etmekten de zordur. (“Tarihte Neler Oldu”, çev. Şenel-Tunçay, 2007, Sh 79)
Din derken bugünkü anlamda kodifiye ve örgütlü dinleri kastediyor ünlü arkeolog. Yalnız şu var ki “neolitik din”lerde bugün “din” denildiğinde aklımıza gelen İslam, Hristiyanlık gibi halihazırdaki yapılara ait özellikleri aramak sonuç getirebilecek bir yaklaşım olmasa gerektir.
Keza bilimin ve felsefenin artık dinden ayrı birer “doğayı açıklama” yolu olarak ortaya çıktıkları devirlerin anlayışıyla tarih öncesi toplumların hayatındaki “din”in işlevini anlamak mümkün olamaz.
Gelgelelim Childe’ın yaklaşımını paylaşan antropolog Maurice Bloch da “Nasıl Hıristiyanlık oraya gitmeden önce Zafimaniriler (günümüzdeki Madagaskar yerlileri) arasında da din olmadığına kesinkes eminsem Çatalhöyük’te de dinin hiç varolmadığına inanıyorum” diyor. (Fred-Hodder, “Uygarlığın Doğuşunda Din”, 2018, çev. Şendil, sh 220)
Söz konusu toplumlarda birtakım spirütel inançların ve ritüellerin bulunmadığı anlamında değil, bizim bugün din derken kastettiğimiz olguya tekabül edecek bir toplumsal kurumun olmayacağı anlamında söylüyor bunu -galiba- Bloch. Yani buradaki mesele dinin tanımıyla ilgili. Din dediğimiz olgunun tam olarak ne olduğuna veya neyin din diye tanımlanabileceğine ilişkin farklı görüşlerin varlığı.
Dini “bir cemaatin meydana gelmesini sağlayan ayin ve inançlar sistemi” diye tanımlıyor sosyolojinin kurucu babası Durkheim, efradını cami ağyârını mani bir yaklaşımla. Demek ki ortada ayinler (dua ve ibadet ritüelleri) ve inançlar olacak dinden söz etmek için. Ayrıca bunlar bir sistem oluşturacak ve nihayet bunları uygulayan bir cemaat ortaya çıkacak.
İnanç derken doğaüstü bir gücün veya güçlerin yaratıcı ve hükmedici özelliklerini kabul etmek temel şart. İkincil olarak ise dua ve ibadetler yoluyla bu güçlerin yardımını elde etmenin mümkün görülmesi lazım. Ancak kabul etmek gerekir ki ölüm sonrası hayat (ahiret) fikri ve buna bağlı birtakım ritüeller bir toplumda dinî inancın varlığının en önemli kanıtlarından biridir. Sözgelimi ölülerin törenle ve belirli kurallara göre gömülmesi, diyelim ki cesedin süslenmesi, mezara hediyeler ve ölen kişinin sevdiği nesnelerin konulması ahiret inancının, dolayısıyla da o toplumda belki din diyebileceğimiz “ortak” bir anlayışın mevcudiyetinin işareti olmalıdır. Öyleyse eldeki arkeolojik kanıtlar itibarıyla daha Cro-Magnonlardan bu yana insanların -en azından bir bölümünün- bir anlamda din sahibi oldukları söylenebilir. Ancak inançların ve ritüellerin sistemli bir hale gelmiş olup olmadığını bilemeyeceğimiz için Neolitik öncesinde dinin varlığı konusu bilim çevrelerinde yine de soru işareti oluşturuyor.
Zira yazılı tarih öncesi toplumların inanç esasları ve ibadet şekilleri hakkında doğrudan bilgi sahibi değiliz. Zaten onun için konu tartışmaya hep açık. Mesela arkeolojik buluntularda izlerine çok yaygın biçimde rastlanan kurban geleneğinin dini bir ritüel sayılıp sayılamayacağı tartışma konusu. Kimileri kurumsal nitelik taşıyıp taşımadığı bilinmeyen inanç ve uygulamaların din olarak tasnifinin yanlış olacağını, kimileri ise bunların yaygınlığının zaten organize dini yapıların mevcudiyetini gösterdiğini savunmakta.
İşte bütün bu tartışmalar Göbekli Tepe’nin keşfi ile yeniden alevlendi. Peki, şimdi ne olacak? Bu hususlarda bir uzlaşma doğabilecek mi?
***
Bilim felsefecisi Thomas Kuhn “bilimsel teorilerin geçerliği” meselesi hakkında kurduğu modelde üç aşamalı bir bilim faaliyeti sürecinden söz eder: İlk aşama bilim camiasının genelinin benimsediği bir paradigmanın (açıklama modeli veya anlayış çerçevesi) teşekkül dönemidir. İkincisi, bu paradigma çerçevesinde sorunların çözüldüğü ve her şeyin yolunda gittiği olağan bilim dönemi… Üçüncü aşama ise mevcut paradigma içinde cevap bulunamayan sorunların ve bir yere oturtulamayan yeni bulguların orta çıkıp bunların iyice artmasıyla yaşanan kriz dönemi.
Kriz döneminin ardından eski paradigma içinde çözülemeyen sorunları çözebilen yeni bir paradigmanın ortaya çıkıp bilim camiasında benimsenmesiyle aynı süreç yeni baştan işlemeye başlar.
İbn Haldun gibi düşünürlerin dile getirdiği “döngüsel tarih” modelini hatırlatan bu şemayı temel alan Kuhn, bilimin sahip olduğumuz bilgilerin çoğalıp birikmesi yoluyla gelişip çizgisel şekilde ilerlemediğini, devrimci sıçramalarla ilerlediğini ileri sürer. Devrimci sıçrama paradigmanın değişmesi (paradigm shift) demektir.
Mesela yüzyıllar boyunca astronomi alanındaki sorulara cevap vermiş olan Batlamyus sistemi, yeni çağda ortaya çıkan yeni bulguları açıklayamaz hale gelince yerini -bunları açıklayabilen- Kopernik sistemine bırakmıştı. Aynı şekilde Newton mekaniği de Einstein mekaniği ile yer değiştirmişti.
Bu çerçevede sorumuz şu: Göbekli Tepe bulguları arkeolojinin “Neolitiğe geçiş” konusundaki mevcut paradigmasını değiştirecek mi?
Kimilerine göre eski paradigma yeni bulguların ortaya çıkardığı problemleri çözemediği için bir yenisine ihtiyaç doğmuş bulunuyor. Mamafih yeni bulguların eski teoriyi çöpe atmamızı gerektirecek kadar önemli olmadıklarını veya önemli olsalar da eski teorinin küçük bir revizyonla kullanıma devam edilebileceğini düşünenler de var. Ne de olsa belirli bir dönem boyunca yaygın olarak benimsenmiş -çünkü bugüne kadar bize birçok sorunun cevabını vermiş- olan açıklama modelinin birkaç konuda yetersiz kaldığı için hemen gözden çıkarılması beklenmemeli tabii.
Ne var ki Göbeklitepe’de ortaya çıkan tablo ilk kez karşılaşılan bir meseleyi önümüze getirmiş sayılmaz. Bilim dünyasını öyle şaşkınlığa uğratan bir gelişme değil bu olay, belki bardağı taşıran son damla…
Yani “paradigma krizi” başlayalı epey oldu. Mevcut paradigma ile uyuşmasa da Göbekli Tepe’ye kadar yeni bir paradigma ihtiyacını bilim çevrelerine kabul ettirebilecek kadar netlik kazanamamış olan yeni bulgulara ve bunlardan yola çıkarak ortaya atılmış olan teorik revizyon önerilerine ayrıca bakalım…