Garaudy’nin Kıyısız Bir Gerçekçilik Üzerine isimli eserine yazdığı önsözde komünist şair Aragon “Marxçı insan bir bahse tutuşmuş olarak konuşur” diyordu. Konuyu biraz şakaya vuracağım: Türkiye’deki gazete yazarları da öyledir. Bizimkilerde de “haklı çıkma” takıntısı vardır. Gerçi bizim meslektaşlar arasında Marksistlerin sayısı bugün çok az belki ama bahse tutuşmuş gibi yazmak neredeyse Türk gazete yazarının karakteristiğidir. Enformasyondan, yorumdan, analizden çok iddia vardır bizde.
“Paradan altı sıfır atılırsa taksim meydanına çıkıp eşek gibi anıracağını” söylemişti vaktiyle bir gazete yazarı. İddia sahibi olmanın ve iddiasına sahip çıkmanın unutulmaz örneklerden biri bu. Ama böyle birçok örnek var. İddiasının doğru çıkmaması halinde nedense yine Taksim meydanında gerçekleştirilecek tuhaf vaatlerde bulunan başka meslektaşlarımızı da hatırlamamak mümkün değil.
Kendime bakıyorum, hiç öyle büyük iddialarda bulunduğumu hatırlamıyorum. Bazıları isabetli, bazıları isabetsiz çıkan birtakım tahminlerimi veya öngörülerimi yazılarımda paylaşmışımdır ama kendi akıl yürütmemle ulaştığım kanaatlerin mutlak hakikat olduğu vehmine kapılacak kadar gelişkin bir özgüvenim olmadı hiç!
***
Ama şimdi düşünüyorum da belirli konularda bahse tutuşmuş olsaydım belki ciddi kazançlar elde edebilirdim bu işten. Bunların başında Avrupa Birliği konusu yer alıyor.
Hatırlayacaksınız, bir zamanlar gazete yazarları Türkiye’nin Avrupa Birliğine üye olacağı tarihi tahmin etme yarışı içindeydiler. Biri 2008 diyordu, öbürü 2012, bir başkası daha başka bir tarihi veriyordu. Benim fikrim şuydu: “Türkiye kendi sosyoekonomik modernleşmesini tamamlamak, hukuki ve siyasi alandaki eksiklerini gidermek, kurumlarını reforme edebilmek için AB çıpasına ihtiyaç duyuyor. Başka türlü yapamıyoruz bu işi. Bu yüzden AB üyeliği perspektifinden vazgeçemeyiz ama hiçbir zaman bu birliğe üye olamayacağımızı da bilelim…” Bu fikri yıllar boyunca ısrarla ve defalarca tekrarladığım için “benim iddialarım”dan biri sayıyorum. Gelinen noktada eski AB taraftarlarının bugün Avrupa karşıtlığının şampiyonlarına dönüşmesine mukabil ben hâlâ aynı fikri savunuyorum. Rasyonel siyaset… Ne aşk ne de nefret…
***
Suriye iç savaşı konusunda kendi çevremden ciddi tepkiler görmeyi göze alarak yazdığım yazıları da iddialı sayabilirsiniz herhalde. 2011’den başlayarak şunu savundum: “Büyük güçler harekete geçmedikten sonra Suriye rejiminin devrilmesi mümkün değil. ABD’nin bunu yapmaya, Rusya’nın ise böyle bir duruma izin vermeye niyeti yok. İç savaşın neticesinde ülke parçalara ayrılacak, özellikle kuzeyde oluşacak Kürt devleti Ankara için sorun olabilir. Dolayısıyla Suriye’ye yönelik siyasetin buna göre dizaynı lazım…”
Benim bu “iddia”ma karşılık “Suriye’de ciddiye alınacak oranda bir Kürt nüfusu yok” şeklinde bir “iddia”yla cevap verildiğini söylesem bugün kimseler inanmaz ama o günkü marjinal yaklaşım benimkiydi.
2009’dan itibaren yargıda ve emniyette paralel yapı oluşturduğu ortaya çıkan Fethullah Gülen hareketine ilişkin yazdıklarım da o günlerde marjinal bulunuyordu. Hatta çok daha sonra, Gülenciler 7 Şubat 2012’de MİT operasyonuna giriştikten sonra bile bir avuç gazete yazarı bu grubun oluşturduğu tehlikeye dikkat çektiğinde “Cemaatle hükümetin arasını açmaya uğraşmakla”, klasik tabirle “fitne çıkarmak”la suçlandık. O gün o suçlamayı yapanların bugün FETÖ karşıtlığını kimselere bırakmadıklarını söylemeye gerek yok…
İlginç tesadüf (!), Gezi Parkı olayları sırasında siyasi iktidarın yaklaşımını eleştirdiğimde tepki gösterenler de Suriye ve FETÖ konusundaki yazılarıma kızanlarla aynıydı.
Daha ilginci, bu takım daha geçtiğimiz aylarda ABD Başkanı Trump’ın eleştirilmesinden de rahatsız olmuştu. “Ne alaka” demeyin. Bunlara göre eski Başkan Obama Türkiye’nin düşmanıydı, Trump ise dostumuzdu. Dolayısıyla Trump’a düşmanlık Türkiye’ye düşmanlıktı. “Washington’daki adamımızın” İslamofobik ve ırkçı politikaları görmezden gelinmeliydi.
Ama ne görelim: Aynı zevat şimdilerde baş döndürecek kadar hızlı ve çevik hareketlerle pozisyonlarını değiştirip Trump’a” FETÖ’nün işbirlikçisi”, “İslam düşmanı” vs. demeye başladılar.
Demek ki çok da “iddialı” olmamak lazım…