CUMARTESİ YAZILARI
Geçen haftaki yazıya gelen tepkileri görünce Gibbons’ın tezini iyi açıklayamadığımı düşündüm. Amerikalı tarihçi, özetle şunu iddia ediyordu: Osmanlı Beyliğini Anadolu’ya henüz göç etmiş bazı göçebe Türkmenler kurmuş olamaz. Batı Anadolu’ya talan maksadıyla gelen bu savaşçı gruplar buradaki bazı “medeni” Hristiyanları zorla müslümanlaştırdı ve bu iki grubun kaynaşmasıyla “yeni bir ırk” oluştu. Osman Bey ve arkadaşları bu “ırk”a mensuptu…
Yani buradaki konu Osmanlıların Bizans kurumlarından etkilenip etkilenmediği veya Osmanlı sistemi içinde gayrimüslim unsurların bulunup bulunmadığı tartışması değil. Namık Kemal’in “Cihangirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten” derken kastettiği, Âşıkpaşazade’nin 400 çadırdan (haneden) oluştuğunu söylediği kurucu kadronun kimliği tartışma konusu burada...
Gerçi bizim klasik kaynaklarımız esas alındığında bunun tartışma konusu olması saçma görünebilir. Çünkü Ertuğrul Gazi’nin küçük kardeşiyle birlikte diğer iki kardeşinden ayrılarak yanına adamlarını alıp Söğüt’e geldiğine ilişkin ayrıntılı anlatımlar var. Akça Koca, Samsa Çavuş, Turgut Alp, Konur Alp, Köse Mihal gibi isimler sayıyor Aşıkpaşazade, Oruç Bey gibi tarihçiler ve anonimler.
Ama Colin Imber bu isimlerin uydurma olduğunu, Kocaeli, Turguteli, Akçakoca gibi yer isimlerine bakılarak türetilmiş “folk etimoloji” örnekleri olduğunu iddia ediyor. Amerikalı tarihçinin özellikle metin tahlillerine dayanarak ortaya attığı varsayımların ayakları yere basan bir teorik bütün oluşturduğunu söylemek kolay değil. Ne var ki söz konusu kroniklerden birkaç yıl önce tamamlanmış olan Şükrullah’ın tarihinde Akça Koca, Turgut Alp, Köse Mihal vs. gibi isimlerin hiçbiri yok. Çok daha erken tarihli Ahmedî’nin manzumesinde de yok. Dolayısıyla Imber’ın tezini tümüyle çürütmenin imkânı da yok.
Ancak buradaki isimlerden özellikle birinin hiç yaşamadığını söylemek diğerlerine göre daha zor: Bu metinlere göre Osman Bey’in silah arkadaşlarından biri olan ve sonradan ihtida eden Harmankaya Tekfuru Köse Mihal’in torunlarının adını taşıyan vakfiyeler ve diğer arşiv evrakı buna izin vermiyor. Zaten gazi tekfurun soyu bugün de devam ediyor. Prof. Nurettin Şazi Kösemihal de bu soydandır.
(Yeri gelmişken bir anekdot aktarayım: Sosyoloji bilginimiz bir gün kendisine “Sen Rum soyundan geliyorsun” diyen bir densize “Ben hiç değilse altı asır önceki dedemin kim olduğunu biliyorum. Sen biliyor musun?” diye cevap vermiştir.)
Gerçi Imber’a bakarsanız Köse Mihal hikayesi Rumeli’deki akıncı ailelerinden Mihaloğullarına köken yakıştırılarak uydurulmuştur. Oruç Bey Edirneli olduğu için, Âşıkpaşazâde ise Hristiyan kökenli yeniçerilere hikâye beğendirmek için Köse Mihal efsanesine yer vermişlerdir.
Gelgelelim eğer bu varsayım doğruysa bu durumda Gibbons’ın teorisi doğru değil demektir. Yani Osman Bey ve arkadaşları çoğunluğu Hristiyan kökenlilerden oluşan bir savaşçı grubuysa aralarında Köse Mihal dışında bir Hristiyan’dan söz edilmemesi nasıl açıklanacak? Üstelik yeniçeriler kendileri gibi sonradan Müslüman olmuş kurucu gazilerin hikayelerini dinlemekten bu kadar hoşlanıyorlarsa?
Diğer yandan, çoğunluğu ihtida etmiş Rumlardan oluşan bu gazilerin din değiştirince kitlesel olarak dillerini de değiştirip hep beraber Türkçe kullanmaya başlamış olmaları icap ediyor. Çünkü ilk yazılı metinler hep Türkçe. Müslüman olup aralarına katıldıkları göçebe Türkleri “medenileştiren” bu insanların bölgedeki bütün komşu topluluklar Rumca konuşurken bu dili terk edip azınlıktaki göçebelerin dilini kullanmaya başlamış olmaları çok akla yatkın değil.
Lafı uzatmayalım yine… Önceki yazıda da bunları anlatmaya çalıştım. Osmanlı Devleti’ni aslında Türklerle Rumların ortaklaşa kurduğunu, Bizans’ın devamı olduğunu ve bu yüzden Türklerin buradaki katkısının çok da önemli olmadığını savunan Gibbons’ın kitabını yazıldığı günün dünyasındaki siyasi şartlar muvacehesinde (de) değerlendirmek gerektiğini söylemeye çalıştım özetle.
***
Osmanlı başarısının sırrını açıklama sadedinde -ve büyük ölçüde Gibbons’a cevap olarak- zuhur etmiş bir diğer “teorik model” ise Avusturyalı tarihçi Paul Wittek’in ortaya attığı “Gazi Tezi”nin çeşitlemelerinden oluşuyor. Wittek, Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu isimli eserinde Osmanlı başarısının arkasında din yolunda savaşmayı öngören “gaza ideolojisi”nin yer aldığını savunur.
Allah’ın dinini yaymak ve bu uğurda kafirlerle savaşmak üzere sınır boylarında toplanan mücahit gaziler Osmanlı başarısının temel dinamiğini teşkil eder, Wittek’e göre.
Aslında bu görüş en eski metinlerden itibaren yerli kaynakların açıklamalarından çok da farklı sayılmaz. Nitekim Türk tarihçilerin çoğu Wittek’in tezini belli ölçülerde benimsemişler, orasını burasını düzeltip yeni katkılarla güçlendirmeye çalışmışlardır.
Ne var ki Wittek’in “Gazi Tezi”nin kimi zayıf noktaları başından beri dikkat çekmiş ve Osmanlı tarihçileri arasında hep tartışılagelmiştir. En başta da “aynı ideolojik dinamiklere” sahip olan diğer beyliklerin –üstelik çoğu Osmanlı’dan nispeten daha güçlü oldukları halde- aynı başarıyı neden gösteremedikleri sorusu geliyor. (Bu sorunun cevabı somut bir şey söylemeden “uç bölgesinin özel şartları” diye veriliyor ama aslında Bitinya bölgesinin özel şartları denmesi gerektiği de belli.)
***
Gaza tezinin ciddi zaafları var ama bir de cihad, gaza gibi kavramların anlamını yanlış bildikleri için “öyleyse neden ahalinin tamamı Müslümanlaştırılmadı” sorusunun bu tezi çürüteceğini zannedenler var.
Benzer bir mantıkla Amerikalı tarihçi Paul Lindner kuruluş döneminin Osmanlı ordusunda Hıristiyanların yer almasını gaza tezini çürüten bir veri olarak görüyor. Oysa cihadın veya gazanın amacı Hristiyanları ortadan kaldırmak veya hepsini Müslüman yapmak değildir. İtaat edip cizye vermeleri halinde devlet görevi almalarında beis görülmez. Tarihteki İslam devletlerinin çoğunda gayrimüslim vezirler vardır. Halifelerin ordularında gayrimüslim askerler vardır. Osmanlı ordusundaki gayrimüslim askerlerin varlığının bizim bugünkü anlayışımız açısından anormal gibi görünmesi Osmanlının problemi değildir!
Diğer yandan, Osmanlı Beyliğinin kurulduğu ve geliştiği bölgelerdeki Hristiyan ahalinin zaman içinde müslümanlaşması bir vakıa ama erken tarihli ve kitlesel bir ihtida hareketi söz konusu değil burada. (Âşıkpaşazade’deki hikâyeye göre Köse Mihal yıllarca Osman Bey ve arkadaşlarıyla gazalara katılan bir Hristiyan’dır, çok sonraları rüyasında peygamberimizi görünce Müslüman olmaya karar verir.) Demek ki fütuhat diye adlandırılan siyasi yayılmayla İslam’ın yayılmasını birbirine karıştırmamak lazım. Bunlar birbiriyle elbette ilgili ama birbirinden ayrı süreçler.
Bir diğer sorun, gerektiğinde Müslüman devletlerle de savaşmaktan geri durmayan Osmanlıların bu anlamda gaza ideolojisine bağlılıklarını izah etmenin güçlüğü. Osmanlılar bunun çözümünü I. Murad’ın “Mani-i gazaya gaza, gaza-yı ekberdir” (gaza yapmamıza engel olanlarla savaşmak en büyük gazadır) sözüyle ifade edilen meşrulaştırma formülünde bulmuşlardır. Yani burada da sorun yok!
***
Okuma önerisi isteyenler için not: Wittek’in gaza tezi üzerine süregiden tartışmayı en iyi açıklayan ve genel okura da seslenebilen eserlerin başında Cemal Kafadır’ın İki Dünya Arasında isimli çalışması yer alıyor. Bu alandaki en önemli ve vazgeçilmez metin ise, bence, Şinasi Tekin’in Tarih ve Toplum’da iki bölüm halinde yayımlanan, sonra dergi yazılarından oluşan İştikakçının Köşesi kitabında da yer alan, “Türk Dünyasında Gaza ve Cihad Kavramları Üzerine Düşünceler” makalesi.