Görünen o ki Amerikalılarla varılan Beştepe Mutabakatı ve Ruslarla imzalanan Soçi Muhtırası Türkiye’nin güney sınırlarındaki terör tehdidine karşı kalıcı bir güvence oluşturmayacak. Görünen o ki erken sevinmişiz. Görünen o ki bizimle ayrı ayrı masalara oturan iki küresel gücün birbiriyle uyumlu ama bizimkiyle ters düşen bazı ortak hesapları var bu bölgeye ilişkin.
Bu çerçevede “dostumuz” Rusya ile “müttefikimiz” ABD’nin en üst seviyedeki yetkililerinin “General Kobani” diye andıkları, birebir görüştükleri, başkentlerinde misafir etmekten çekinmedikleri teröristin durumu anlamlı bir örnek. Biz imzalanan anlaşmalara bakıp güney sınırlarımız boyunca 30 km. derinliğinde bir alan terör örgütlerinden temizlenecek diye seviniyoruz… Buna mukabil, o anlaşmalara imza atan muhataplarımız ise aslında belirli birtakım siyasi ajandalarını başka yollardan hayata geçirmek üzere bir plan uyguluyorlar sanki…
Böyle bir tablo karşısında “Sınırlarımızın 30 km. güneyinde kalmak şartıyla PKK’nın Suriye kolu PYD’nin politik varlığının meşruiyetini kabul etmemiz için o imzalar atılmış olmasın” diye bir kuşkuya kapılmamak elde değil.
Nitekim Türk kamuoyunda bütün bu olup bitenler küresel güçlerin bölgedeki çıkar hesapları çerçevesindeki bir Kürt devleti oluşturma girişimiyle irtibatlı olarak değerlendiriliyor. Dolayısıyla hükümetin bu konudaki tutumunun siyasi sonuçlar doğurması da söz konusu olabileceği için bıçak sırtında bir gündem bu.
***
Barış Pınarı Harekâtı ile sağlanan nispi başarıya rağmen ABD ve Rusya’nın adeta ortak bir plan icra ediyorlarmış gibi “General Mazlum” figürü üzerinden Suriye topraklarında “bağımlı bir Kürt devleti” oluşturmaya yönelik adımları tamamen negatif bir toplumsal algıya yol açmış görünüyor. Bu negatif algıyı esas alarak konuya bakacak olursak… Oluşturulması için onca gayret gösterdiğimiz, hatta uğrunda şehitler verdiğimiz “güvenli bölge” nihayetinde bizim için değil, bize karşı “YPG devleti” için bir güvenlik koridoru işlevi görecekse böyle bir sonuç her halükârda altından kalkılmaz ağırlıkta bir siyasi yük oluşturur.
Esas itibarıyla siyaset üstü milli bir mesele olarak ele alınması gereken konunun ne yapıp edip güncel siyasetle ilişkilendirilmesinin anlamı işte budur.
Bu noktada iktidarın sözcülüğünü üstlenmiş görünen bazı çevrelerin yürüttüğü muhalefeti YPG destekçisi olarak gösteren sert propagandanın ters tepmesi ihtimal dışı olmaz. Çünkü muhalefetin eline Barış Pınarı Harekâtı’nın başladığı gün ittifak çağrılarının, partiye davetlerin yapıldığını hatırlatma fırsatını da yine bu etik dışı propaganda veriyor.
***
Meselenin iç siyasete alet edilme boyutunun dışına çıkıp ülke çıkarları açısından konuyu ele alırsak… Yine karşımıza çıkan ilk madde çok uzun zamandır bir korku kaynağı olarak siyasetin elinde kullanılagelen “Kürt Devleti” girişimleri hakkında Türk tarafının kayda değer hiçbir hazırlığının veya “karşı strateji”sinin bulunmadığıdır.
Hem boyuna “Batı dünyası bu bölgede ikinci İsrail rolü oynayacak bağımsız bir Kürdistan devleti planları yapıyor” deyip duracaksınız. Hem de bölgedeki Kürtlerin kazanılmasına yönelik bir “karşı strateji”niz bulunmayacak. Sözgelimi “General Mazlum”un karşısına “Mazlum Paşa”lar veya daha iyisi “sivil Mazlum”lar çıkarmayı akıl edemeyecekseniz veya bunu yapmaya cesaret edemeyeceksiniz.
Rakipleriniz bir hamle yaptıkça siz de o anki şartlara göre rastgele bir hamle yapacaksınız. Sonraki aşamaları hiç hesaba katmayacaksınız. Daha da beteri, problemi milli çıkarlar açısından çözmek için elinizi taşın altına koymak yerine olup bitenlere daima siyasi çıkar hesabıyla veya mahallenin havasına uyma güdüsüyle bakacaksınız.
Son elli yol boyunca Türkiye’yi yönetenlerin ve Türk toplumunun seçkinlerinin en büyük günahlarından biri budur herhalde.