Türkiye’deki demokratik sistemin bugüne kadar karşılaştığı en büyük tehdit 15 Temmuz’da yaşanan darbe kalkışmasıydı. Darbe girişimi başarıya ulaşsaydı 16 Temmuz sabahında nasıl bir ülkeye uyanacağımızı kestirmek herhalde zor değil. Zaten bu yüzden hem toplumun kahir ekseriyeti hiç düşünmeden milli iradeye sahip çıktı hem de siyaset gereken refleksi derhal gösterdi ve sonuçta girişim önlendi. Siyaset kurumunun bir bütün olarak o ilk gece gösterdiği refleksin devamı olarak siyasi kesimler arasında belirli bir yumuşamanın başlatılmasına yönelik atılan adımlar Türkiye’nin içinde bulunduğu kritik sürecin bir gereği. Kendi aramızda kavga ederek, toplum içinde gerginlikleri ve kutuplaşmaları sürdürerek böylesine ciddi bir tehdidi alaşağı edebilmek kolay olmaz.
Bu çerçevede Cumhurbaşkanı’nın hakaret davalarını geri çekmesi, Başbakan’ın devlet kurumlarında başlatılan yapısal düzenlemeler konusunda muhalefet liderlerinin fikrini alma titizliği göstermesi olumlu gelişmeler. Keza yine Cumhurbaşkanı tarafından açıklandığı üzere bu hafta sonunda İstanbul’da düzenlenecek büyük kitlesel mitinge bütün partilerin çağrılı olması da bu amaca hizmet edecek bir yaklaşımı ifade ediyor. Nitekim geçtiğimiz hafta içinde CHP’nin düzenlediği mitinge de diğer partilerden katılım olmuş ve ellerde sadece Türk bayraklarının taşındığı partiler üstü bir kitle gösterisi gerçekleştirilmişti.
***
Ne var ki tarafların üzerine titizlikle eğilmesi gereken bir tespit veya uyarı da var: Özellikle ilk günlerde meydanlarda gördüğümüz partiler üstü havanın giderek zayıfladığı ve özellikle bazı bölgelerdeki demokrasi nöbetlerinin parti mitingi atmosferi kazanmaya başladığı eleştirileri dikkate alınmalı.
Ülkedeki birlik ve barış havasının sürdürülebilmesi için galiba öncelikle ortak değerlerimizin olduğu kadar ortak problemlerimizin de günlük siyaset tartışmalarının üzerinde tutulması gerekiyor. Bu cümleden olmak üzere, elbette “FETÖ’nün başımıza bela olması kimin suçu?” sorusuna cevap aranacak, kamuoyu mahkemesinde bu konuda kusuru görülenler mahkûm edilecek, hiç değilse siyasi anlamda ceza görecekler. Ama bugün itibarıyla meselenin kısır bir tartışma ve karşılıklı suçlama konusu haline gelmesi faydadan çok zarar getirebilecektir.
Maalesef benzeri bir yaklaşımı 17 Aralık sürecinde de görmüştük. Muhalif kesimler her ne kadar iktidarın Paralel Yapı’ya karşı mücadelesine karşı çıkmıyorlarsa da belki kendilerince haklı olarak bu yapının önceki dönemlerde hükümetten gördüğü destek ve müsamahaya dikkat çekmeye daha fazla önem veriyorlardı. Eleştirilerinde haklıydılar ama hem hükümetin önceki süreçteki kusurlarını eleştirip hem de bugün atmakta olduğu doğru adımlara destek verebilirlerdi. Bunu yapamadılar. Toplumdaki ve siyaset arenasındaki kutuplaşma da buna engel oldu. Neticede bu alanda yapılması gereken işlere toplum nezdinde bir meşruiyet zemini oluşmasına istemeden de olsa engel olundu.
Henüz siyasi iktidarla kavgaya tutuşmamış olduğu günlerde bile o zaman Gülen Cemaati diye andığımız Paralel Yapı’nın veya artık benimsenen adıyla FETÖ’nün uygulamalarına itiraz etmiş, bu çerçevede onlara kol kanat geren AK Parti hükümetlerini de uyarmış ve eleştirmiş az sayıdaki kalemden biri olarak şunu da söylemek isterim:
***
Fetullahçıların devlete sızması ve kilit noktaları ele geçirmeleri sadece AK Parti iktidarının müsamahası ve teşvikiyle olmadı. Kemalist-laik kesim bir bütün olarak dindar insanlara yönelik dışlayıcı tutum içinde olmasaydı, mesela TSK’da namaz kılan veya eşi başörtülü olan personel “disiplin gerekçesiyle” ihraç ediliyor olmasaydı toplumun dindar çoğunluğu da Fetullahçıların orduya veya diğer devlet kurumlarına sızma girişimlerine müsamahayla bakmazdı. Bu yapı toplumda kolayca taban ve zemin bulamazdı. Siyaset için de aynı misaller geçerli. Türkiye’yi AB’ye üye yapmaya uğraşan AK Parti “laikliğe aykırılığın odağı” diye kapatılmaya çalışılmasaydı veya 367 saçmalığıyla cumhurbaşkanı seçmesi engellenmesiydi büyük ihtimalle Ergenekon yargılamalarında veya yargı kurumlarındaki kadrolaşma çabalarında Fetullahçılara destek vermeyi düşünmezdi herhalde. AK Parti’yi yöneten kadroların Gülen’in iyi niyetine inanmış, “aldanmış” olmaları affedilmez bir kusur kabul edilebilir ama onları bu çetenin kucağına iten Kemalist-laik statüko da günahsız değil. Kusura bakmayın.
Dolayısıyla, hiç değilse bugünlerde bu türden karşılıklı suçlamaları, “tencere dibin kara, seninki benden kara” polemiğini bırakıp el birliğiyle yapılması gereken işlere el atılması gerekiyor. Bilhassa devletin yeniden yapılandırılması gündemdeyken konunun parti çekişmelerine kurban edilmesi affedilemez. Bütün taraflar buna titizlik göstermek durumunda. Türkiye’nin geleceği adına. Yani kendi gelecekleri…