Merhum Necmettin Erbakan’ın oğlu tarafından “babasının siyasi mirasının” ve Millî Görüş’ün asıl temsilcisi olma iddiasıyla kurulan Yeniden Refah Partisi’nin “Millî Görüş gömleğini çıkartmış” Erdoğan’a destek vermesinin -bilhassa hitap etiği taban itibarıyla- taşıdığı zorluklar ortada.
Yetmezmiş gibi, bu ittifak karşılığında Cumhur İttifakı’nın tabanında rahatsızlığa yol açan birtakım şartlar ileri sürülmesi hedeflenen iş birliğini daha da zorlaştırmış gibi görünüyor.
Bugünkü siyasi konjonktürde iktidar kanadı tek bir oyun bile hesabını yapmak ve herkesle her türlü iş birliğine açık olmak durumunda. Burası malum. Ancak bu iş birliklerinin götüreceklerinin getireceklerinden fazla olmasına tolerans gösterecek de değil.
Konu ilk gündeme geldiğinde “Yeniden Refah Partisi’nin ittifak için şartları” diye beş madde kamuoyuna yansıdı. Bunlar “1. LGBT dernekleri kapatılsın 2. Tarıma ve çiftçilere destek verilsin 3. Kadına karşı şiddetin önlenmesine yönelik düzenlemeler içeren 6284 nolu yasa kalksın 4. Süresiz nafaka kalksın 5. Ahlak ve maneviyat öncelikli eğitim sistemi inşa edilsin” şeklinde ifade ediliyordu. (İki sene önce olsaydı bu şartlar arasında CoVid aşısı yasaklansın da olabilirdi, çünkü Fatih Erbakan bu aşının “üç kulaklı beş gözlü yaratıklar doğmasına yol açabileceğini” iddia ediyordu.)
Bu beş madde daha sonra genişletilip 30 maddeye dönüştü gerçi ama bunlar da esas itibarıyla Yeniden Refah’ın temsil ettiği dünya görüşünün ve ülke vizyonunun “sınırlarını çizen” şartlar. Bilhassa 6284 nolu yasaya yönelik itiraz “Erkeklerin karılarını dövme özgürlüğü” talebinden başka bir anlam taşımıyor. Sürekli nafakaya itiraz ise kadının ne olursa olsun kocasına itaat edip boşanmayı seçenek olarak görmesini engellemek için “şart”.
Bu ilkel ve kötülük dolu yaklaşımın “aile kurumunun korunması”, “İslam’ın gereği” veya “ahlak ve maneviyat” diyerek sunulup savunulması ise aile kavramından da İslam’ın temel prensiplerinden de hiçbir şey anlamamış dar ve şekilci bir “halk dini” yorumu.
Değerli akademisyen Levent Baştürk’ün ifadesiyle, “Fatih Erbakan’ın Cumhur İttifakı’na katılmak için koştuğu tarım dışındaki şartlara bakınca, manzara şu: Ahlâk ve maneviyat deyince aklına sadece alkol, kadının boyunduruk altına alınması, eşcinseller ve etek boyu geliyor.”
Gerçekten de Yeniden Refah’ın veya o tandanstaki diğer grupların ve cemaatlerin gündeminde yönetimin otokrasiye yönelmesinin sakıncaları yok… Kurumların etkisizleştirilmesiyle devletin yönetilemez hale getirilmesi yok… Yolsuzluklar, hukuksuzluklar, adaletsizlikler yok…
Toplumun kutuplaştırılmasının yol açacağı vahim tehlikeler yok… Dış politikada milli çıkarların iç politika hamlelerine meze edilmesi yok… Ekonomide bir bütün olarak kötü yönetimin yol açtığı sorunlara karşı çözüm arayışı yok…
Yönetimde ehliyet ve liyakat yerine sadakatin kriter alınması, nepotizm, kamu servetinin yağmalanması vs. söz konusu zihniyet için ahlak kavramıyla ilgili konular değil, karşı çıkılması gereken kötülükler değil.
Benzer şekilde yine AK Parti’nin ittifaka dahil etmek için uğraştığı Hüda-Par’ın eğitimle ilgili yegâne meselesi kız ve erkek öğrencilerin aynı sınıfta ders görmeleri. Karma öğretime karşılar yalnızca, eğitim sisteminin başka bir tarafı ilgilerini çekmiyor.
Bundan bir süre önce İstanbul Sözleşmesini savunduğu için hedef alınan KADEM ile ilgili bir tartışma vesilesiyle şunu yazmıştım: Kadınların toplum içinde uğradığı eşitsizlikleri veya maruz kaldıkları şiddeti engellemeye yönelik faaliyetleri ve yasal düzenlemeleri “aileyi yıkma” komplosu olarak gören bir zihniyet var karşımızda. Bu zihniyetin sahipleri aslında dünyadaki kadın hakları mücadelesinin çok gerisinde yer alan, hatta “kadın-erkek eşitliği” prensibini dahi kabul etmeyen KADEM’in yalnızca şiddet mağduru kadınlara sahip çıkmasını bile İslam’ın öngördüğünü düşündükleri hayat tarzına aykırı buluyorlar. Daha doğrusu, geleneksel yapıları veya toplumsal alışkanlıkları din olarak görüyorlar.
“Kadının yeri evidir” mottosuyla ifade edilen bu yaklaşım aslında kadınların hiçbir şekilde toplumsal hayat içinde yer almasını kabul etmeyen bir zihniyetin ifadesi. Bugüne kadar AK Parti iktidarlarından aldıkları cömert destekle büyüyen bazı gruplar “kızların okutulmasına, kadınların çalışmasına” bile olumsuz gözle bakıyorlar ki bugünün dünyasında ve bugünün toplumunda böyle bir vizyonun yerinin olabileceğini, bir geleceğinin olabileceğini düşünmek bile ürkütücü. Ne var ki bu görüşler mevcut hükümeti tehdide varan bir gözüpeklikle savunulabiliyor ve iktidar vazgeçemediği “dava ve ümmet” retoriğinin hatırına bunlara karşı tavır alamıyor.
Burada kendini gösteren dar ve şekilci din anlayışı ve dünya görüşü üzerine, ne yazık ki çok sık ortaya çıkan vesilelerle, şunu söyledik hep: Bizim toplumda hâkim bulunan din anlayışının ne derecede sağlıklı veya ne derecede “sahih” temellere uygun olduğu hususu tartışma konusudur. Özellikle günümüz meselelerine yaklaşımda temel kaynaklar yerine tarihin belirli bir dönemindeki sosyal şartlara göre şekillenmiş yorumların esas alınması Türk toplumunun din zihniyetinin sıhhatini problemli hale getiriyor birçok bilim ve düşünce insanına göre. Ancak bugün halkın dini duyarlıklarını politika aracı yapmaya çalışanların toplumdaki ortalama din anlayışının bile gerisinde olduğu aşikâr.
Kendilerini ve öz ve hakiki milli görüşçü diye sunan siyaset erbabı yanında “İslamcı” diye tesmiye olunan “aydın” kesimi de toplumdaki ortalama din anlayışının gerisinde bugün. Bu tuhaf durumun gayet basit bir izahı da var ama: Cumhuriyet İslamcılığı ile Meşrutiyet İslamcılığı arasındaki fark üzerine konuşmuştuk bir ara bu sütunda… Meselenin kaynağı orası işte.
Kökeni Tanzimat reformlarına gösterilen tepkiye dayanan, Hamidist istibdat devrinde çiçeklenip meyvelerini İkinci Meşrutiyet devrinde veren ve kendisine “İslamcılık” adı yakıştırılan bir fikir akımı var. O dönemde devleti ayakta tutma ve milletin değerlerini ihya etme amacını paylaşan bir grup aydının temsilcisi olduğu fikir akımı... Bir de cumhuriyet devrindeki modernleşmeye karşı belirli toplum kesimlerindeki reaksiyonun yanlış biçimde İslamcılık diye adlandırılması var. Aslında literatürdeki karşılığı “volk İslam” (halk İslamı) olan ve asırlardır hep var olan bu anlayışın günümüzdeki versiyonunun farkı, Türkiye’de yirminci yüzyılın ikinci yarısında yaşanan sosyolojik alt üst oluş neticesinde siyasi temsilcisini üretebilecek yaygınlığa ulaşmış olması.
Din denildiği zaman kadınların etek boyu gibi konuları anlayan, depremi veya seli günahlarımızın eseri sayan taşra muhafazakarlığının giderek genişleyen siyasi temsilinden söz ediyoruz. Böylece Namık Kemal’lerin, Cemaleddin Afgani’lerin, Mehmet Akif’lerin, Said Halim Paşa’ların “fikir evreninden” çıkıp Yeniden Refah’ın, Hüda-Par’ın ve günümüzdeki diğer muhafazakâr mütedeyyin grupların “siyaset evrenine” giriyoruz…