Cihan Harbi yıllarında Teşkilat-ı Mahsusa adına bir görev için Almanya’da bulunan İstiklal şairimiz Mehmet Akif günün alışılmadık bir saatinde Berlin’deki bütün kiliselerin çanlarının birden çalmaya başladığına şahit olur. Sorar, bir zafer kutlaması için çanların çalındığı söylenir kendisine. Sevinir Akif, çünkü Almanya bizim müttefikimizdir o savaşta. Kazanılan zaferler iki tarafın da zaferidir; hakeza yenilgiler her iki taraf için de üzüntü ve endişe kaynağıdır... Ama neden sonra anlaşılır ki çanlar “Kudüs’ün İngilizler tarafından Türklerden kurtarılması” şerefine çalınmıştır Berlin’de. Yani iki ülkenin ortak düşmanı olan İngilizlerin Türkiye’ye karşı kazandığı zafer Türkiye’nin müttefiki Almanya’da sevinçle karşılanmıştır.
Hem Almanya’nın hem de bütün Batı dünyasının 1915 olayları konusundaki tutumunu anlamak için bu anekdot bir anahtar veriyor bize. 1917’deki bu olaydan bir iki yıl önce yaşanan Ermeni tehciri sırasında da Alman kamuoyu müttefikleri olan ülkenin yanında yer almış değildi.
Burada meselenin tarihi gelişimini anlatacak değilim, ancak şunu bilelim: 19. asırdan itibaren özellikle Doğu Anadolu bölgesinde yerleşik Ermeni nüfusla yerleşik olmayan feodal unsurlar arasındaki çekişmelerin bir nevi kan davası mahiyeti kazanmış olduğunu bilmeksizin, savaş yıllarında bağımsız devlet hayaliyle Ruslar safında Osmanlı devletine karşı ayaklanan Ermenilerin tehciri sırasında yaşananları değerlendirmek zor olur.
Alman kamuoyu o günlerde tıpkı İngilizler ve Amerikalılar gibi, “Müslüman” komşularıyla çekişmelerinde “Hristiyan” Ermenilerin arkasında durmayı tercih etti. Tehcir sırasında yaşananların “barbar Müslümanlar din kardeşlerimizi katlediyor” diye Batı kamuoyuna yansıtılmasında Amerikalı birtakım dini misyon temsilcileri kadar Alman misyonerlerin de rolü büyüktür.
Bu arada, Osmanlı devletinin uzunca bir süre Kürt aşiretlerinin saldırılarına karşı yerleşik Ermeni nüfusun arkasında durduğu da pek bilinmez. İngiliz tarihçi Sean McMeekin, dönemi merak eden herkesin okuması gereken, “I. Dünya Savaşında Rusya’nın Rolü” isimli eserinde bu konuda bazı örnek olaylar da aktarıyor. Hatta 1913’te, yani Cihan Harbi’nden sadece bir yıl önce bazı Kürt aşiretlerinin Ermenilere yönelik saldırısına karşı asayişi sağlamak isteyen Osmanlı ordusuyla Daşnak Birliklerinin ortaklaşa yaptıkları bir askeri operasyonun Rus konsolos yardımcısına da izletildiğini anlatıyor. McMeekin, diğer yandan, Rusların Osmanlı coğrafyasının doğusuna dair hesapları için başlangıçta Ermenilerden ziyade göçer Kürt aşiretlerine dayanmak istediklerini söylüyor. Zaten 1908’den sonra Ermeni örgütleriyle devlet arasında bir “çözüm süreci” de başlatılmıştı. Talat Paşa o sürecin başlatıcısı ve uygulayıcısıydı.
Ne var ki büyük savaş ufukta görününce Ermeni toplumunun önderleri bir kumar oynamaya karar verdiler. Önlerine çıkan fırsatı değerlendirip bağımsız devlet hayallerini gerçekleştirmek üzere tekrar harekete geçtiler. Terör saldırıları hızlandı. Doğu Anadolu’da Ruslarla birlikte savaşmak üzere gönüllü Ermeni birlikleri oluşturulmaya başlandı.
Diğer taraftan Almanya dışındaki Avrupa güçlerinin bastırması sonucunda Osmanlı hükümeti doğudaki altı vilayette iki Avrupalı müfettişin yönetime getirilmesini de içeren reform paketini kabul etmek zorunda kaldı. Savaş patlak verince aslında Ermenilere özerklik veya bağımsızlık tanınması anlamına gelen bu sözde reform paketi rafa kalktı. Ama artık Osmanlı Ermenilerinin ciddi bir bölümü Rusların desteğiyle kendi devletlerine karşı fiilen savaşa girmişlerdi. Gerisini biliyorsunuz…
İşte böyle bir ortamda gündeme gelmiş olan tehcirin uygulanmasında yetersizlikler ve hatalar olduğu muhakkak. Devlet otoritesinin zaten zayıf olduğu, savaş sırasında otorite boşluğunun iyice probleme dönüştüğü bir bölgede yaşananlardan söz ediyoruz…
Aynı zamanda tehcir kararının isabetli ve adil bir karar olduğunu sorgulamak ve eleştirmek de mümkün. Ancak Ermeni nüfusun göç ettirilmesi esnasında meydana gelen birtakım insanlık dışı kıyımların devlet kararıyla gerçekleştirildiğini söylemek de, söz konusu cinayetlerden dolayı bütün Türk milletini suçlu göstermek de doğru değil.
Haddizatında bu yaşananları önceki yıllar boyunca bölgede yaşanan süreçten bağımsız değerlendiremeyiz. Maraş’ta, Sivas’ta, Muş’ta, Bitlis’te, Erzurum’da, Diyarbakır’da, Van’da ve daha birçok başka merkezlerde yaşanan Ermeni isyanları sırasında -çoğunluğu “Kürtler” olmak üzere- yaklaşık yarım milyon Müslümanın katledildiğini unutamayız.
Tehcir sırasında Ermeni kafilelerine yapılan saldırılarda katledilen korunmasız ve masum insanların dökülen kanı insanlık adına utanç… Masum sivillere yönelik katliamı “Van’daki, Bitlis’teki, Sivas’taki katliamların intikamını almak için yaptılar” diyerek meşru gösteremeyiz. Ama, tekrar söylüyorum, bu kan donduran vahşi cinayetlerin devlet kararıyla ve devlet görevlilerince gerçekleştirildiğini söylemek de, söz konusu cinayetlerden dolayı bütün Türk milletini suçlu göstermek de temelsiz birer iftira.
Ermeni toplum önderlerinin oynadığı kumarın sonucunda vatansız kalan Ermeni diasporası o gün bugündür dünyanın en güçlü propaganda aygıtlarından birini çalıştırarak bütün dünyada tarihi gerçeklerden farklı bir 1915 algısını yerleştirmeyi başardı. Hatta bizim kendi içimizde bile…
Buradaki problem bizim kendi argümanlarımızı anlatmaktaki beceriksizliğimiz veya ihmalimiz. Ama tehcir sırasında -gerek intikam saikıyla gerekse soygun ve eşkıyalık amacıyla hareket eden- bazı çetelerin elinde kıyıma uğrayanlar eğer Müslümanlar olsaydı Avrupa’nın konuya başka türlü yaklaşacağını da hepimiz biliyoruz. Tıpkı 1915’ten biraz önce aynı coğrafyada Müslüman nüfusa karşı işlenen kıyımları problem olarak görmedikleri gibi…
Almanların yüzüne vurulması gereken çok şey var…