On yaşındaki kızının gözleri önünde eski kocası tarafından vahşice katledilen Emine Bulut olayı toplumun kadına yönelik şiddet konusundaki tahammül sınırını yıktı. Her kesimden bu vahşete tepki geldi, kadın-erkek genç-yaşlı birlikte ağladı… Protesto gösterileri yapıldı, yürüyüşler düzenlendi. Hep bir ağızdan “bu son olsun” diye haykırıldı. “Bu acılar bir daha yaşanmasın, bunun için ne gerekiyorsa yapılsın” çağrıları yapıldı.
Peki, bu nasıl olacak? Ne yapılırsa bu acılara son verilebilir? Maalesef bu hususta hep içi boş yuvarlak laflar ediliyor ve son tahlilde problemin çözümü polisiye tedbirler/caydırıcı cezalar ekseninde aranıyor. Oysa konunun güvenlikle ve yargıyla ilgili boyutu belki de en önemsiz kısım.
Asıl mesele birilerinin bir şeyleri yapmayı kendilerinde “hak olarak” görmelerinde. Bu yalnızca kadınlara karşı işlenen şiddet eylemleri için değil neredeyse bütün kriminal tutumlar için geçerli. Çünkü kanunda suç olarak tanımlanan bir eylem toplumca tolere edilebiliyor. Daha da önemlisi, kişilerin belirli olaylar karşısındaki reflekslerini yalnızca içgüdüleri ve psikolojik yapıları değil, aynı zamanda toplumsal değer yargıları da belirliyor. Toplumun genelinde egemen olan zihniyetin olumlu ve hatta gerekli kabul ettiği bir tutumun yasalarda suç teşkil eden bir davranışa dönüşmesi böylece olağan hale geliyor.
Tam da bu yüzden konu hakkındaki gelişmeleri ve tartışmaları KARAR’da manşetleştirirken özellikle “zihniyet” problemine dikkat çekmeye çalıştık.
***
Kadına yönelik şiddetin kaynağında toplumun ciddi bir bölümü tarafından “erkeğin kadına karşı şiddet uygulama hakkı”nın tanınmış olması yatıyor. Bu da temelde erkek-kadın ilişkisinin “sahiplik” ilişkisi olarak görülmesine dayanıyor. Böyle olunca “boşanmak isteyen eşine şiddet uygulayan erkek” veya “boşandığı kadının yeniden evlenmesine tahammül göstermeyen koca” örnekleri ortaya çıkıyor.
Gözden kaçırılmaması gereken husus, erkekle kadın arasındaki otorite ilişkisinin esas olarak “kadının korunması” temelinde ortaya çıkmış olması. Zira kadının fizikî olarak erkeğe göre daha zayıf yaradılışta olması geçmişteki belirli toplumsal yapılar içinde kadının erkeğin koruması altında olmasını bir ihtiyaç olarak duyurmuştu. Ancak tarım toplumunun şartlarına göre biçimlenen toplumsal ilişki modellerinin bugünün dünyasında büyük ölçüde yenilenmesine karşılık erkek-kadın ilişkisinin bu değişim sürecinin dışında bırakılması yeni problemlere yol açıyor. Eski problemleri ise devasa ölçülerde büyütüyor.
Sözgelimi toplum hayatının birçok alanında, okulda, ofiste, fabrikada vs. eşit roller üstlenen ve eşit haklara sahip sayılan erkek ile kadının evde eşitliğinin sözkonusu olmaması sosyal düzende bir tür anomaliye yol açıyor. Erkek artık fiilen sahip olmadığı efendi rolünü elinde tutmak için zorbalığa ve türlü haksızlıklara başvurabiliyor.
Boşanmış olduğu karısının yeniden başka bir erkekle birlikte olmasını kabullenemeyen erkeğin “namus” dediği şey aslında bu marazi zihniyet. Dikkat ederseniz kadınlara yönelik şiddetin ve öfkenin vahşi cinayetler şeklinde tezahür ettiği vakalar boşanmak -veya boşandıktan sonra yeni bir yuva kurmak- isteyen kadınlara yönelik oluyor.
***
Demek ki kadınların şiddetten korunması ancak toplumsal değer yargılarının radikal biçimde değişmesiyle mümkün. Bunun da bir toplumsal seferberlik anlayışı içinde ele alınması ve gerek konvansiyonel eğitim sistemi içinde gerekse bir başka eğitim sistemi olan medya alanında ortak bir çabayla radikal adımlar atılması gerekiyor. Bu çerçevede dini söylemin revizyonu da bir ihtiyaç durumunda. Zira toplumsal değer yargılarının ve geleneklerin dinin hükmü gibi anlaşılması en önemli problem kaynaklarından biri.
Ancak bütün bunları gerçekleştirmenin kolay olduğunu da düşünmemek lazım. Bir toplumun kendini dönüştürmeye yönelmesi zordur. Toplumun seçkinlerinin atması gereken adımların ise mutlaka reaksiyonla karşılaşacağı bilindiğinden; siyasetçilerimizin, aydınlarımızın, sanatçılarımızın, sivil toplumun ve iş dünyasının fedakarlığı göze alarak bu yolda cesaret göstermeleri de zor bir seçenek. Dolayısıyla bu alanda gerçek manada bir çözümün ortaya çıkması için toplumsal dinamiklerin işlemesini, doğal süreçlerin yaşanmasını beklemek gerekebilir. Umulur ki bu ikinci seçeneğe ihtiyaç kalmasın.