Ekonomi, dış politika, eğitim, sağlık… Neredeyse hiçbir alanda dünden daha iyi durumda değiliz. Daha iyi olmayı bırakın, her şey giderek daha kötüye gidiyor. Sorunlar çözülemiyor, aksine yeni sorunlar üretiliyor. En kötüsü, ümitler de tükeniyor.
Peki, iktidar neden bu kadar başarısız oldu? Ya da şöyle sorayım, siyasi gücünü alabildiğine arttırırken neden yönetme kabiliyetini iyice kaybetti? Bu sorunun bir dolu cevabının yanısıra galiba en başta geleni şu: Belirli bir süredir ülkenin nasıl yönetileceğine değil, nasıl siyaset yapılacağına odaklanmış olması… Siyaset yapma tarzının yönetme tarzını da belirlemesi… Çünkü iktidarda kalmanın tek amaç haline gelmesi.
Oysa her siyasi parti ülkenin halihazırdaki sorunlarının çözümü ve gelecek tasarımını içeren bir öneri setiyle halkın önüne çıkar. Bugünkü iktidar partisi de böyle yapmıştı 2001’de. Sorunların çözümüne yönelik politikalarını ortaya koymuş, yönetme anlayışını seçmenin onayına sunmuş, nasıl bir Türkiye fotoğrafına ulaşmak istediğini açıklamıştı. Seçim yoluyla iktidara gelen her siyasi hareket gibi, belirli toplum kesimlerinin ihtiyaçlarına ve beklentilerine cevap veren bir programı uygulamayı vaat ederek o kesimlerden oy almış, iş başına gelince de bu vaatleri doğrultusunda iyi kötü bir icraat yapmıştı.
Ne var ki bilahare işler başka bir mecraya girdi. Seçmenin salt icraatla memnun edilmesinin zor olduğu, buna mukabil geniş sağ kesimin kültürel/ideolojik zeminde konsolide edilmesinin siyaseten daha kullanışlı, daha garantili, daha az maliyetli bir yol olduğu keşfedildi daha ilk dönemin sonunda.
2007’deki Cumhurbaşkanlığı seçimi arifesinde kurulu düzenin eski patronlarının çıkardığı mızıkçılık karşısında toplumun gösterdiği tepki iktidarın gücünü hiç beklemediği oranda artırmıştı. Oylarının yüzde 34’ten yüzde 47’ye çıkması icraatı sayesinde olmamıştı. İktidar partisi açısından “siyaset yapmak” epeyce kolaylaşmış görünüyordu artık.
Ergenekon operasyonları ve darbe tartışmaları hengamında iyiden iyiye gerilmiş olan toplumsal atmosfer içinde gerçekleşen 2011 seçimlerinde iktidar partisinin yüzde elliye yakın oy alması izlenen siyaset yolunun isabetli olduğu kanaatini pekiştirdi.
Bunun üzerine, “vites yükseltildi”.
***
İlk dönemdeki “Hiç kimseyi ötekileştirmeyeceğiz” sözlerinin yerini alan “Çatlasanız da patlasanız da yapacağız” ve “Bunlar...” retoriğiyle giderek büyüyen kutuplaşma ikliminin sebep olduğu Gezi Parkı olaylarında geniş sağ seçmen tabanı kendi varoluşlarına ve kimliklerine yönelik bir tehdit algılamasıyla yeniden konsolide oldu. Bu konuda hükümete sağduyu çağrısı yapan iktidar partisi mensupları ise bu dönemde oluşturulmaya başlanan “Reis kültü” taraftarlarınca gaflet ve hatta ihanet içerinde olmakla suçlanarak parti içinde ve çevresinde adı konulmamış bir tasfiye başlatıldı. Otokrasinin rayları döşeniyordu artık…
Bu dönemde eski düzenin aktörlerini tasfiye etmek yolunda işbirliği yapılan Fetullahçı örgütle sonradan aranın açılması da son tahlilde tabandaki konsolidasyonu güçlendirdi. Partinin ve liderin kötü niyetli operasyonlara karşı savunulması zorunluğu iyi yönetim, kötü yönetim, ekonomi, yolsuzluklar vs. gibi sorunları yeniden tartışılmaz hale getirmişti.
Bu şartlarda ilerleyen süreçte artık bugünkü şeklini almaya başlamış olan tek adam yönetiminin ülkenin bütün sorunlarını hamasetle geçiştirmeye yönelik tutumunun tabanda ciddi hoşnutsuzluklara yol açması ve büyüyen tepkilerin Haziran 2015 seçiminde somutlaşarak verdiği çok güçlü mesaj kısmi bir düzelmeye yol açmış ama Kasım 2015 seçiminin ardından gidişat kaldığı yerden devam etmişti.
Bu arada Fetullahçı örgütün kanlı darbe girişiminin toplumda oluşturduğu nefret ve öfke normal şartlarda sürdürülemez olan siyasetin yeniden geçici bir destek bulmasını sağladı.
***
Aynı günlerde liderlik makamı kendi içindeki muhalefetin tehdidine maruz kalan bir başka parti o güne kadar şiddetle sürdürdüğü hasmane tutumunu bir anda terk edip Erdoğan’ın başkanlık rejimine geçme arzusunu desteklediğini açıkladı. O günkü atmosfer itibarıyla iki partinin oyları bu geçişi sağlamaya yetti.
Ancak şöyle bir sorun çıktı Cumhur İttifakı’nın teşekkülü sonrasında: Her iki hareket de aslında zorunluktan kaynaklanan mevcut pozisyonlarını izah etmek ve tabanlarını bu yönde mobilize edebilmek uğruna “mevcut iktidarın ayakta kalmasının devletin ve milletin bekası demek olduğu” iddiasına sarıldılar. Geniş seçmen tabanı açısından dün söylenenlerin bugün unutulmuş olmasının fazlaca bir önemi yoktu; Türk siyasetinde alışık olduğumuz vakalardı bunlar. Mamafih belirli toplum kesimlerinin kültürel/ideolojik değerler etrafında kolayca konsolide olma eğilimini eksik değerlendirmişti iktidar ortakları.
Türk seçmeninin salt ideolojik saiklerle oy vermeyeceğini, gelecekle ilgili gerçekçi bir vizyonu veya programı olan, sorun çözen veya çözme iradesi taşıyan bir siyaset söz konusu ise o zaman kültürel/ideolojik faktörlerin de yardımcı rollerde devreye girdiğini unuttular. Değerler siyasetinin her daim sürdürülebilir bir yol olmadığını göremediler.
Dolayısıyla henüz her şey bozulmamışken kıl payı atlatabildikleri 2018 seçiminden bugüne kadar kurumları etkisizleştiren, denetim denge mekanizmalarını ortadan kaldıran, önemli önemsiz bütün konularda kararı tek bir kişinin iki dudağı arasından çıkacak lafa bırakan yeni yönetim modelinin ülkenin sorunlarının çözülmesinde ve devlet çarkının döndürülmesinde yetersiz kaldığının anlaşılması tabanın desteğini yavaş yavaş eritti. Ekonomide yaşanan sorunların son aylarda kriz boyutuna ulaşması ise hamaset siyasetini iyice çıkmaz yol haline getirdi.
Buna rağmen, bütün ümitlerin -daha önce başarılı olmuş olan- taban konsolidasyonu siyasetine bağlanmış olması ve bu siyaset yapma tarzının yönetme tarzını da belirlemesi, neticede yönetemeyen bir iktidar ve yönetilemeyen bir devlet çarkı tablosu çıkardı ortaya. Bu kötü yönetim tablosundan siyasi başarı çıkmasını ummak da artık hayalcilik olur.