Başlıktaki soru şöyle de sorulabilir: “Ekonomi özünde teknik bir hadise olduğuna göre siyasi görüşlerle veya ideolojilerle ilgisi olmamalıdır” fikri ne kadar isabetli ve ne kadar ciddiye alınmalı? Bana sorarsanız, ekonomiyi teknik boyutuna indirgemek ve sosyal boyutunu ihmal etmek yanlış. Bu konudaki ideolojik yaklaşımlarda yapılan en büyük yanlış ekonominin tek boyutlu bir süreç sayılması. Hem bir dünya görüşünün modelleştirdiği toplum idealine uygun ve şablon şeklinde bir ekonomi sistemi önermekteki ısrarı hem de toplumsal bir hadiseyi toplumsal şartların ve insan duygu ve düşüncelerinin hesaba katılmadığı bir bilgisayar işlemi gibi görmek isteyenlerin bakışı sağlıklı değil. Ekonomik işleyişin bir teknik boyutunun olduğu, bu faaliyet sahasının da sebep-sonuç ilişkilerine bağlı yasaları olduğu unutulmadan üretim faaliyetinin bir dünya görüşü ve ahlaktan bağımsız olamayacağını görmek gerekir. Yani ifrat ve tefrite düşmeden meseleyi anlamak gerekir.
***
Türkiye’deki ideolojik kampların ekonomik yaklaşımlarına bakacak olursak… Sosyalizmin ekonomi görüşünün ne olduğu belli. Liberallerin ekonomi görüşü de malum. İslamcılar, milliyetçiler ve Atatürkçüler için ise aynı şeyi söylemek zor.
İslamcıların ekonomi anlayışı İslam’ın ekonomiyle ilgili kuralları olarak anlaşılıyor ki hem doğru hem de yanlış. İslam’ın ekonomiyle ilgili kuralları var. En başta faiz daha doğrusu “riba”, yani emek harcamadan, ter dökmeden paradan para kazanma işi yasaklanmıştır İslam’da. Ayrıca işçinin emeğinin karşılığının ödenme şeklinden alışverişte dikkat edilmesi gereken noktalara kadar bir dizi ahlaki kural getirilmiştir. Ama tıpkı temel kaynaklarda yönetimle ilgili ahlaki kurallar getirilmesine rağmen bir devlet modeli önerilmediği gibi, Kitap ve Sünnetten bir ekonomi sistemi çıkarmak da kolay değildir. İslam’ın ekonomi görüşünden bahseden çoktur ama bunun mesela bireyci mi toplumcu mu sayılması gerektiği bir tartışma konusudur ve bu konuda birbirine yüz seksen derece zıt görüşler vardır. Bunlardan birini “İslam’ın görüşü” diye ilan edip diğerlerini İslam anlayışının dışında addetmek kimsenin haddine olmasa gerektir.
Aslında milliyetçiliğin de bir tür toplumculuk sayılması yanlış olmaz ama bir önceki yazıda da ifade ettiğim gibi milliyetçi aydınlar çoğunlukla “milliyetçi ekonomi diye bir modelin söz konusu olmadığı, mevcut şartlar içinde milletin çıkarlarına uygun olan sistemi benimsemenin milliyetçiliğin gereği olduğu” görüşündeler. Nitekim milliyetçi düşünürler içinde sosyalizmi savunan da kapitalizm yanlısı olan da var. Belki de milliyetçiliğin aynı zamanda özel bir ekonomi modeli öngörmesi gerekmiyor. Milliyetçilere yakıştırılan ekonomi görüşünün genellikle “içe kapanmacılık” olması galiba milliyetçiliğin esas itibarıyla sosyalizmin antitezi gibi görülmesinden… Oysa hem teoride hem de uygulamada milliyetçiliğin sosyalizme mesafeli olduğunu söylemek zor. Çünkü her ikisinde de bireyden önce toplumun çıkarları öncelikli görülür. Ama milliyetçiliğin en azından Avrupa’da öncelikle kapitalist girişimcilerin ideolojisi olarak ortaya çıktığını da unutmamak lazım.
***
İşin aslına bakarsanız içe kapanmacı veya korumacı ekonomiden yana olmak Kemalistlerin tutumu. Zira kendilerine ulusalcı da diyen Kemalistler tartışmasız şekilde dışa kapalı bir ekonomik modelden yana tavır alıyorlar. Oysa Atatürk sanıldığının aksine liberal ekonomiden yanaydı; yabancı sermayeye karşı olumsuz bir tutumu da yoktu. Hatta “liberal” diye bilinen Limancı Hamdi bu dönemde ecnebi şirketlere verilen imtiyazların -azaltılması şöyle dursun- iyiden iyiye artırılmış olmasına isyanını anlatır hatıralarında. Cumhuriyet’in öbür kurucu babaları da liberal ekonomi anlayışına yatkın kişilerdi. Galiba İsmet Paşa biraz daha “milli ekonomi” yanlısıydı ama onun tercihlerini de mevcut şartların oluşturduğu zorunluk çerçevesinde değerlendirmek gerekir.
Mevcut şartlar derken bilinmesi gereken husus o tarihlerde ülkede ne sermaye birikiminin ne teknolojik altyapının ne de kalifiye iş gücünün Batılı rakiplerle boy ölçüşmeye yeterli olmadığıdır. Hammaddeyi ucuza temin edebilen ve seri üretim yapabilen Avrupalı sanayicinin kendi fabrikasında üç liraya mal ettiği bir çift ayakkabı bizim atölyelerimizde ancak 10 liraya imal edilebiliyordu. Bundan dolayı yabancı tüccarın yerel pazara elini kolunu sallayarak girmesi hoş görülmüyordu. Başlangıçta bizim için pek bir anlam taşımayan kapitülasyonların sonraları başımıza dert olması bu yüzdendi ve Osmanlı’nın son döneminde bütün yöneticilerin yapmak isteyip de yapamadığı şey kapitülasyonları kaldırabilmekti. İttihatçılar bunu ancak Cihan Harbi başlayınca yapabildiler. Savaştaki müttefiklerimiz Almanya ile Avusturya ortak düşmanlarımız İngiltere ve Fransa ile birlikte buna şiddetle karşı çıktıkları halde…
İttihatçılardan söz etmişken onların da savaş yıllarından önce liberal ekonomiden yana olduklarını hatırlatalım. Savaş yıllarında da fikirleri fazlaca değişmiş değildi ama güncel icraat belirli zorunluklara dayalı olmak durumundaydı. Bilhassa yerli bir tüccar ve sanayici sınıfının henüz mevcut olmadığı bir devirde...
***
Uzun lafın kısası, sosyal hadiseler kadar sosyal teoriler ve eğilimler de aritmetik kesinliklere sığmayan bir karmaşa barındırıyor doğalarında.