Anadolu ve Rumeli kökenliler arasında bir ayrım veya çekişme olduğu iddiası bugün için tamamen içi boş ve anlamsız bir iddia… Taha Akyol’un dünkü yazısında isabetle teşhis edip eleştirdiği hastalıklı anlayışın ürettiği halüsinasyonlardan biri bu. Ne var ki Osmanlı’nın ilk asırlarında Rumeli ve Anadolu eyaletleri arasında Edirne-Bursa rekabeti diye adlandırılan bir çekişmenin yaşandığını biliyoruz. Ama bu rekabet İstanbul’un fethiyle merkezi yönetimin güçlendirilmesi sonrasında hemen hemen tamamen ortadan kalktı. Daha doğrusu hem Edirne hem de Bursa güç merkezi olma vasıflarını büyük ölçüde kaybettiler. Çünkü çoğunlukla eski Akıncı beylerinin liderlik ettikleri yerel feodal birimler veya merkezkaç güçler merkezî devlet gücü karşısında iyice zayıflamıştılar.
Gerçek adının ne olduğu tartışma konusu olsa da Osmanlı Devleti’ne adını veren “kurucu” olarak bildiğimiz Osman Bey’in aslında bir mutlak monark olmaktan ziyade “eşitler arasında birinci” diye tanımlanabilecek konumda bir yönetici olması herhalde gelinen yeri açıklamak açısından çok önemli bir nokta...
İlk dönem tarih kaynaklarından çıkarabildiğimiz kadarıyla Akça Koca, Konur Alp, Kara Mürsel gibi savaşçı şeflerin yönetimindeki gazi gruplarının ve Köse Mihal gibi bazı yerel feodallerin bir araya gelmesiyle başlangıçta bir tür konfederasyon olarak şekillenen Osmanlı Beyliği’nde merkeziyetçilik eğiliminin ne zaman ortaya çıktığı ve gaziler konfederasyonunun nasıl merkeziyetçi bir devlete dönüştüğü ise tartışmaya ve spekülasyona açık bir konu...
Osmanlı Beyliği’nin bu konfederatif yapısının kuruluş yıllarından sonra da uzunca bir süre ve Anadolu’dan ziyade özellikle Rumeli’de devam ettiğini görüyoruz. Rumeli’deki gazi gruplarının liderleri kendi bölgelerinde neredeyse Fatih devrine kadar -iç işlerinde bağımsız, dış işlerinde Osmanlı Sarayı’na tâbi diyebileceğimiz şekilde- yarı özerk veya tam özerk bir yönetim sürdürmekteydiler. Bu durumu izah edebilmek için en başından itibaren Rumeli fütuhatının ne şekilde ve kimlerce gerçekleştirildiğine bakmak gerekiyor.
Diğer yandan, devletin kuruluş dönemleri boyunca çok büyük toplumsal krizlere ve hatta insani trajedilere yol açacak olan merkezileşme adımlarından önce bir gaziler konfederasyonu olarak tanımladığımız yapının bilinen anlamda bir devlete dönüşmesinin de az çok sancılı bir süreçte gerçekleştiği anlaşılıyor.
Kurumların oluşması ve siyasi-idari rollerin paylaşılması en azından bazı kesimlerde memnuniyetsizlik oluşturmuş olmalı. Özellikle ilk iki asır boyunca yaşanan bazı siyasi çekişmeler bunun yansıması olarak değerlendirilebilir. Erken dönemle ilgili kayıtlar çok sınırlı olduğu için bu konuda etraflı malumata sahip olduğumuz örneklerin ilki Yıldırım Beyazıt sonrasında yaşanan fetret dönemi hadiseleri…
İleriki yıllarda kardeşler arasındaki taht kavgaları olarak tanımlanan siyasi çekişmelerin aslında yalnızca taht kavgalarından ibaret olmayıp ülkedeki sosyo-ekonomik kırılmaların da dışavurumu olduğu bugün daha iyi anlaşılıyor.
Osmanlı siyasi sistemindeki ilk önemli merkezileştirme hamlesini Yıldırım Beyazıt gerçekleştirmişti, biliyorsunuz. Yıldırım’ın rakibi Timur ise Ankara Savaşı’nda ordusunu yendiği devletin topraklarını işgal etmek için uğraşmadı ama merkezi siyaset düzenini tasfiye etti. Feodal beylerin gücünü iade etti. Osmanlı arazisi Yıldırım’ın oğulları arasında paylaşıldı. Biri Rumeli’de ve diğeri Anadolu’da olmak üzere iki ayrı saltanat ortaya çıktı. Bunlardan birinin merkezi Bursa, diğerinin başkenti Edirne’ydi. Bu iki merkez arasındaki ekonomik ve siyasi tercihlerin farklılığı aslında Rumeli fütuhatının başlamasından hemen sonra şekillenmişti.
Edirne ile Bursa arasındaki ayrışma elbette iki şehrin ahalileri veya yöneticiler arasında şu veya bu şehzadeye duyulan gönül yakınlığından kaynaklanmıyordu. Bu ayrışmanın öncelikle Rumeli ile Anadolu’nun veya hususen söz konusu iki merkezin ekonomik çıkarlarının farklılaşmasıyla izahı daha makul görünüyor. Nitekim bunlardan biri sınai üretime dayalı ticaretle, diğeri -tabiri caizse- savaş ekonomisiyle tebarüz ediyordu. Bursa devletin kuruluşunda rol oynayan kesimlerden ulema kökenli sivil bürokrasinin merkeziydi. Edirne ise Rumeli fütuhatını gerçekleştiren savaşçı kesimlerin ve onlarla işbirliği içindeki -önemli bölümü heterodoks karakterli- sufi çevrelerinin…
Bizans’ın önce Süleyman Çelebi’yi, sonra Mehmet’i desteklemesi; Sırp ve Bulgar hükümdarlarının baştan yanında yer aldıkları Musa’ya karşı bilahare Mehmet’le işbirliği yapmaları meselenin “uluslararası dengeler” içinde de anlamı olduğunu gösteren ayrıntılar… Belki de meselenin bam teli bu ayrıntılar…
Elbette, diğer yandan, Çelebi Mehmet’in çoğunlukla büyük feodal beylere ve tımar sahiplerine dayanmasına mukabil babasının sağlığında Rumeli’de akıncı beyi olarak görev yapmış olan Musa Çelebi’nin hem akıncıların hem de bu bölgedeki göçebe Türkmenlerin ve köylülerin desteğini alması söz konusu iki “siyasi parti”nin tabanlarının tesadüfen belirlenmiş olmadığının kanıtları.
En başta dediğim gibi, bugün için Rumeli-Anadolu ayrışması veya rekabeti diye bir olgudan söz etmek deli zırvası… Ama tarihte yaşandığı gibi bugün de siyasi ve sosyolojik ayrımların birtakım fay hatları tarafından belirlendiğini de bilmek ve bugünün problemlerini bu gözle tahlil etmeye çalışmakta fayda var. Tarihten ders çıkarmanın yolu bu…