Dış güçler mi siyasi retorik mi

İbrahim Kiras

Bir tarafta ülkenin bir ekonomik krize düşmesini “Bu iktidardan kurtulmanın en temiz yolu” olarak gördüğü için neredeyse zil takıp oynayacak tıynette bir zümre var. Tıpkı geçmişte “Edirne’yi Enver alacağına Bulgar alsın” diyenler gibi... Diğer tarafta ise olup bitene “seçim öncesi ekonomik darbe girişimi” diyerek meseleden yine siyasi yarar elde etmek veya oluşması muhtemel siyasi zararı azaltmak uğruna gerçeği çarpıtanlar.

Bu ikinci zümrenin yaptığı ötekinden daha tehlikeli. Çünkü karşılaştığımız sorunun gerçek sebeplerini görünmez hale getiriyor ve dolayısıyla ihtiyaç duyduğumuz çözüme ilişkin bir genel mutabakatın oluşmasını zorlaştırıyor.

Döviz kurunda yaşananların sebep değil, sonuç olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu tırmanışın tam da seçim öncesine rastlaması meseleyi kendiliğinden bir siyasi çekişme konusu haline getiriyor ama bu yaşananların bir mazisi olduğu, birdenbire patlamadığı da çarşıyla pazarla ucundan köşesinden ilişkisi olan herkesin malumu olan bir realite. Bu süreç, iktidar tarafından sürpriz bir şekilde erken seçim kararı alınmasından önce başlamış bir süreçti. Öyle ki bazı muhalefet sözcüleri yaklaşan bir ekonomik krizi gören iktidarın bir an önce bir erken seçim kararı almak zorunda kaldığını iddia ediyorlar.

Elbette böylesine hassas bir meselenin siyasi çekişme konusu yapılması doğru değil ama gerçekçi olmakta da fayda var: Çok kritik bir seçim yapacağız bir ay sonra. Ekonomideki sıkıntılar iktidar partisine oy kaybettirebilir, muhalefet partileri ise güçlenebilir. Şimdi siyasetçilerin bu realiteden bağımsız olarak konuyu ele almalarını beklemek hayalcilik olur.

***

Aslına bakarsanız, bugün gelinen nokta Türk ekonomisine yön veren aktörlerin onayıyla yapılmış bir siyasi tercihin sonucu. 2001 yılında, yani daha AK Parti kurulmadan önce yaşanan -ama aynı zamanda AK Parti’nin de yolunu açan- ekonomik kriz karşısında alınan önlemler çerçevesinde Türk ekonomisi bir yola girdi mecburen. Dış kaynaklara bağımlı bir büyüme modeli… sürdürülmesi aşırı hassasiyet gerektiren bir modeldi bu. Çünkü netice itibarıyla dünya piyasalarındaki likiditenin konjonktürel artış ve azalışlarından doğrudan etkilenen bir model bu.

Bugüne kadar dış kaynak bulunmasında pek sıkıntı yaşanmadı. İktidarın dış politikada attığı adımlar veya Batı başkentlerinde rahatsızlık uyandıran birtakım açıklamalar veya genel olarak kullandığımız retorik de sanılanın aksine Türkiye’ye para akışını engellemedi. Ama zaten mesele de daha ziyade bu gelen paranın nereye harcandığıyla ilgili. Bu süreçte üretim ekonomisine ağırlık vermediğimiz, reel sektör olarak inşaatı esas aldığımız malum. İnşaat iç piyasanın canlı tutulmasının en kullanışlı enstrümanı. Ama sonsuza kadar aynı yoğunlukla sürdürülmesi zor. Mesela gerçek bir ihtiyaca cevap verip vermediği tartışma konusu olan yeni konut üretimi herkes ikişer üçer konuta sahip olduktan sonra yavaşlamak durumunda. Köprüler ve otoyollar için de aynı şey geçerli. Bu tür büyük altyapı yatırımları ekonomik getirisi olmadığı takdirde karşılıksız yatırım haline gelebilir. Ekonomik getirisi olabilmesinin yolu ise bir genel planlama içinde fonksiyon görmesine bağlı. Mesela inşa ettiğiniz otoyol veya köprü bir bölgenin ürünlerinin iç ve dış pazarlara veya sınai tesislere veya limanlara, havaalanlarına ulaştırılmasında bir fonksiyon görecekse ve bir de bu sayede elde edilecek ekonomik getiriye “değiyorsa” anlamlıdır. Yalnızca ekonomiyi canlı tutmak için veya daha da kötüsü başka siyasi amaçlarla yapılıyorsa orta vadede ağır bir yüke dönüşür bu yatırımlar.

***

Şu da var ki ekonomi tabiatı gereği rasyonel olmayan kararlara en çabuk tepki verilen alan. Söz gelimi eğitimdeki veya dış politikadaki irrasyonel adımlar anlık reflekslere yol açmayabilir, bunların etkisi zaman içinde daha net ortaya çıkar. Ama ekonomide piyasa oyuncuları kazançlarını ve kayıplarını anlık kararlarla belirledikleri için rasyonel olmayan yaklaşımlara kapalıdırlar. Oysa bizim politik ekonomi retoriğimizde ve hatta uygulamalarımızda son senelerde pek rasyonel bulunmayan unsurlar var.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçtiğimiz haftalarda gerçekleştirdiği İngiltere ziyareti sırasında katıldığı Bloomberg yayınında “Faiz sebep, enflasyon neticedir. Faiz ne kadar düşük olursa enflasyon da o kadar düşük olur” şeklindeki görüşünü “dünyaya” açıklamasının ardından doların -o günkü- tarihi rekorunu kıracak seviyeye fırlaması tesadüf değildir.

***

Demek ki bugün yüz yüze bulunduğumuz büyük riskin aşılabilmesi için öncelikle siyaset dilinin rasyonalitenin sınırlarına çekilmesi gerekiyor. İleriye yönelik olarak ise mevcut durumda büyümeyi sürdürebilmek için dış yatırım çekme zorunluluğunu yok sayma lüksümüz bulunmuyor ama küresel finans piyasalarındaki hareketliliklerden daha az etkilenmek için daha üretken, daha rekabetçi, ihracat odaklı bir ekonomi modelini esas almalıyız. Siyasetin gündemine -yeniden- girmesi gereken konu budur.

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (57)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.