Görünen o ki bir devir kapanıyor artık… Ama kapanmakta olan devir epeyce uzun bir süreci kapsadığı için bu değişimi kabullenmek zor oluyor. Bu süre içinde herkesin ister istemez alışmış olduğu, alternatifini aklına getiremediği bir yönetimin son günlerinden bahsediyoruz ne de olsa.
Türkiye’deki mevcut yönetime iyice alışmış olduğu için alternatifini düşünemeyenler arasında Batı ülkeleri de var. Geçenlerde görüştüğümüz bir Avrupa ülkesinin Türkiye’deki büyükelçisine 14 Mayıs seçimleri konusunda AB’nin yaklaşımının ne olduğunu sordum.
Büyükelçi, bu hususta kendisine aktardığım izlenimleri teyid ederek, Fransa dışındaki Avrupalı büyük devletlerin arzusunun Tayyip Erdoğan yönetiminin devam etmesi yönünde olduğunu söyledi. Buna sebep olarak da “Bilinen şeytan bilinmeyen meleğe tercih edilir” şeklindeki anlayışı işaret etti. Bu bağlamda İngiltere ve Almanya’nın adı özellikle zikredildi. “Türkiye’deki iktidarı yıkmaya çalışan dış güçlerin başında İngiltere gelmiyor muydu?” sorusuna ise kahkaha atarak cevap verdi tecrübeli diplomat.
Buna karşılık, her seçim öncesinde bir Avrupa ülkesiyle -ve mümkün olursa ABD ile- kavga ediyor görünmek iktidarın hayır demeyeceği siyasi fırsatlardır. Çünkü ülkemiz(i yönetenler) ile bir başka ülkenin yönetimi arasındaki kavga (görüntüsü) milli duygularımızı harekete geçirerek seçmen konsolidasyonunu temin ediyor.
2017 referandumu ve 2018 cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında Almanya ve Hollanda başta olmak üzere bazı Avrupa ülkeleri ile yaşanan gerginliklerin sandığa ciddi katkılarının olduğu yazılıp çizilmişti, hatırlarsanız. 2017 referandumu öncesinde bazı Avrupa hükümetlerinin AK Partili siyasetçilerin kendi ülkelerinde seçim kampanyası yapmasına izin vermek istemediği için ortaya çıkan diplomatik kriz 2018 seçimi de atlatıldıktan sonra tatlıya bağlandı ve ilişkiler yeniden normalleştirildi.
***
Ancak yaşanan kriz bazı Avrupa hükümetlerine de kendi kamuoylarındaki Türkiye karşıtı tepkileri değerlendirme fırsatı verdiği için tek taraflı bir kazanç söz konusu değildi burada.
Önümüzdeki seçim için ise bu ülkeler, güvenlik riski bahanesini ileri sürerek, kesin bir şekilde “Kampanyanızı burada yürütemezsiniz” mesajı verdiler ve nitekim herhangi bir Avrupa ülkesine “çıkarma yapan” bir AK Partili siyasetçi görülmedi bu süreçte.
Ancak, bu sefer dışarıda değil içeride bir kriz çıkacak gibi oldu. Avrupa ülkelerinin İstanbul’da bulunan başkonsoloslukları geçici süre kapanma kararı aldıklarını açıkladılar. Hükümet kanadından büyük bir tepki geldi, art arda yapılan açıklamalarla Avrupa başkentlerinin Türkiye’ye karşı psikolojik harp yürüttükleri söylendi. Buna paralel olarak gazetelerde, TV’lerde ve sosyal medyada “Amerikan hükümeti bu konsoloslukları tam da seçim öncesinde Erdoğan’a zarar vermek amacıyla kapattırdı” yorumları yapıldı.
Akabinde dokuz ülkenin büyükelçileri bizim Dışişlerine çağrıldı. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu konuda “Geçenlerde Dışişleri Bakanlığımız bunların hepsini çağırdı, bunlara gereken ültimatomu verdi. ‘Eğer bu tür şeyleri devam ettirecek olursanız, bunun hesabını ağır ödersiniz’ dedi” diye konuştu.
Bundan birkaç gün sonra ise İstanbul’da düzenlenen operasyonda, IŞİD’den bazı başkonsolosluklara yönelik eylem talimatı aldıkları öne sürülen 15 şüphelinin yakalandığı açıklandı. Tam olarak neler olduğunu anlamadık ama mesele de kapanmış oldu.
Aslında devam eden bir diplomatik kriz daha var ama bu konu kamuoyunun gündemine gelmiyor, çünkü kriz nedense kriz gibi yaşanmıyor, dışarıya o şekilde yansıtılmıyor. Bir ucunda da Rusya ile ilişkilerin yer aldığı bu meselenin yüksek seviyedeki hassasiyeti dolayısıyla herhalde. Türkiye’nin Finlandiya ile İsveç’in NATO üyeliği başvurularını veto etmesi meselesi gürültüsüz bir şekilde çözülmeye çalışılıyor.
Zaten biz Finlandiya ile ilgili vetomuzu kaldırdık. Batılı diplomatlar İsveç’in NATO üyeliği konusunda da Türkiye’deki seçim sürecinin ardından bir çözüm beklediklerini söylüyorlar.
***
İsrail ile anlaşmazlıklarımızı giderdik. Suudi Arabistan ile barıştık. 15 Temmuz’un organizatörü dediğimiz BAE ile arayı düzelttik. Sisi ile de arayı düzeltmeye uğraşıyoruz. Esad ile masaya oturma sürecindeyiz.
Kırım’a el koyan Rusya’yla yahut Doğu Türkistan’ı açık hava hapishanesine çeviren Çin’le zaten derdimiz yok. Dolayısıyla bu seçim uzun zamandır başka bir ülkeyle kavga etmeden girdiğimiz ilk seçim oluyor.
Belki de bu boşluğu doldurmak için iktidar sahipleri muhalefeti “Amerika’nın adamları” diye suçluyorlar.
Yalnız, ABD’ye doğrudan bir suçlamada bulunmaksızın Millet İttifakı ortaklarına Amerikan taşeronu vs. diye ithamlarda bulunmak da ilginç tabii… Amerika ülkemize karşı bir oyun oynuyorsa Biden’a niye “Ayağını denk al bakalım Biden Efendi” diye seslenmiyorsunuz? Bence çekinmeye gerek yok. “Adamlar seçime giriyor. Seçim ortamında bunlar söylenebilir” diye tolerans gösterirler herhalde. Göstermezlerse de kendileri bilir. Üniformalarımızı kuşanıp İHA’larımızla SİHA’larımızla canına okuruz Biden denen zavallının. Tıpkı vaktiyle Trump ekrana çıkıp ağzına geleni söylediğinde, “Aptal olma” falan diye mektup yazdığında yaptığımız gibi…
Ama yine büyüklük bizde kalsın diyorsanız başka tabii. Nitekim 24 Nisan’ı soykırım günü olarak tanıyan ilk ABD Başkanı olan Biden’la bu olayın hemen ardından yapılan görüşmede konu “Çok şükür gündeme gelmedi”, yoksa hali çok kötü olurdu zavallının. “Fetullah’ı bize niye iade etmiyorsunuz” diye sormuyorsak bu da büyüklüğümüzden. Sonra iade edemezse mahcup olup üzülür gariban diye…
Zaten biz büyüklük bizde kalsın diye parti heyetimizi dolaştırdık üç ay boyunca New York ve Washington sokaklarında. Onun için “Bay Kemal Amerika’da hamburgerciye gidip talimat aldı” diyoruz, başka bir şey demiyoruz!