Elazığ’daki felaketin ardından yeniden gündeme gelen “Deprem vergileri nereye harcandı” tartışmaları sırasında bugüne kadar daha çok Amerikan filmlerinde işittiğimiz bir söz kalıbı da çokça kulaklara çalındı: “Ben vergi veren bir vatandaşım, vergimin nereye harcandığını bilmek hakkım!”
Toplumsal zihniyetimizdeki bir değişimin habercisi olabilir mi bu söz? Ne de olsa bizim toplumda egemen olan zihniyet kodlarına göre vatandaş-devlet ilişkisinde patron vatandaş değil devlettir. Türkiye’de vatandaşın kendini “devlet memurlarının patronu” gibi görmesi söz konusu olamaz.
Devlet bizim bugünkü toplumun (çoğunluğunun) zihninde “bize ait” bir kurum değildir. Bizim dışımızdaki bir yapıdır. Hep birlikte oluşturduğumuz milli varlığın siyasi/bürokratik çatısı olarak görmeyiz devleti. “Benim” saymayız. “Benim”semeyiz.
Kamu malını bu yüzden “milli servet”imiz olarak görmeyiz. “Devletin malı deniz yemeyen keriz” sözünde ifadesini bulan ahlaksızlığı meşrulaştırmanın açıklaması işte budur.
Kamu malını çalan çırpan olursa “bana ne” deriz, gidenin bizim kendi cebimizden gittiğini akıl etmeyiz. Sözgelimi hazine arazisini çevirip üzerine bina dikenlere “Bu toprakta benim de payım var. Kimin mülkünü gasp ediyorsun” demeyiz biz. Çünkü kendimize ait görmeyiz devletin malını. Aynı şekilde “vergiden kaçınan” şirketlerin “kaçındığı” paranın aslında bizim paramız olduğunu düşünmeyiz.
***
Bu zihniyet sosyolojik anlamda millet olma aşamasına ulaşamamış topluluk zihniyetidir. Burada aidiyetimiz geniş millet kimliğine değildir, küçük grup kimliklerinedir. Ancak aşiretimizin, cemaatimizin, partimizin vs. üyesi olmakla bir sosyal kimlik ediniriz. Bizim aşiretimizden, bizim cemaatimizden, bizim partimizden vs. olmayanlara güvenmeyiz. Hatta güvensizliğin iyice yükseldiği şartlarda bu “yabancı”ları “düşman” olarak görürüz.
Bizim gibi ülkelerde güç ve zenginliğin yegâne dağıtım merkezi olan devletin “bunlar” tarafından ele geçirilmesini istemeyiz.
Zaten devlet, bizim olmadığına göre, ele geçirilecek bir kaledir. Onlar ele geçireceğine bizimkiler ele geçirsin dediğimiz güç kaynağıdır.
Türk toplumunun ciddi bölümü için siyasetin anlamı da budur. İşte bu yüzden kurumların iyi yönetilmesi değil, “bizimkiler” tarafından yönetiliyor olması tercih edilir. İşte bu yüzden seçimi “biz” kazanırsak demokrasi ve millet iradesinin tecellisi olur, “onlar” kazanırsa “göbeğini kaşıyan çobanın oyu” veya “çünkü çaldılar” olur.
Ülkemizde seçime katılma oranlarının Avrupa toplumlarından daha yüksek olması da demokrasi tutkumuzdan değil, “aman, sonra onlar gelir” korkusundandır.
Siyasi ihtilaflara konu olan meseleler 80 milyonun kaybı veya zararı olarak değil şu veya bu kesimin çıkarı veya talebi olarak düşünüldüğü için çözümsüz kalır.
***
Bizim toplumda güçlü ve kapsayıcı bir üst kimliğin eksikliği yatay ilişkiler üreten toplum ahlakı yerine dikey ilişkiler üreten grup ahlakını öne çıkarıyor. Yani hukuk bilinci gelişmiyor, itaat/kayırma kültürü gelişiyor.
Burada milliyetçilik(ler) bile kapsayıcı değil dışlayıcı oluyor. Mikro-milliyetçiliklerin millet kavramıyla problemi izahı kolay bir durum ama resmi ve ortak ideolojimiz sayılan Türk milliyetçiliğinin kapsayıcılığı bile tartışma götürür durumda. Millet kimliğiyle etnik kimlik arasında ayrım yapma gereği duymayan bir zihniyet milliyetçilik adı altında arzı endam edebiliyor. Biri “Türküyle, Kürdüyle, Lazıyla…” diye konuşuyor, öbürü “Türkler ve Kürtler” diye ikiye ayırıyor milleti…
Şaka değil: Türk milli kimliğini etnisiteler üstü bir siyasî/kültürel kimlik olarak benimsemeyen bir Türk milliyetçiliği…
Sosyolojik olarak bakılırsa toplumsal aidiyetin değil, küçük grup aidiyetlerinin egemen olduğu zihin dünyasında üretilebilecek milliyetçilik bu kadar oluyor demek ki…
Çünkü soy birliği, hemşerilik gibi modernite öncesi aidiyet referansları yerine vatandaşlık ve milli kimlik aidiyetlerinin benimsenmesi için belirli bir sosyolojik aşamaya ulaşmak gerekiyor.
Toplumların özellikle şehirlileşme aşamasında eğitimin, meslekleşmenin ve vatandaşlık bilincinin gelişmesiyle millet anlayışı da gelişebiliyor. Bizim ise bu hususta bir türlü üstesinden gelemediğimiz ciddi problemlerimiz var.
Dolayısıyla “Ben bir vatandaş olarak vergimin nereye harcandığını bilmek isterim” diyenlerin toplumun genel yaklaşımını temsil ettiğini söylemek zor.
Kamu malının çarçur edilmesine engel olabilmek için “kamu malı” konusunda hassasiyeti olan bir toplumsal zihniyete ihtiyaç var. Kamu kavramıyla ilgili hassasiyetin oluşması için de küçük grup aidiyetlerinin üstünde bir millet aidiyetine ulaşmak gerekiyor. Bu şartlar bizde -yeterince- oluşmuş değil. Problemin kaynağı işte burası.
Peki, bu işin içinden nasıl çıkılacak? Bu soruya cevap arayalım…