Geçtiğimiz birkaç hafta boyunca Cumartesi Yazıları’nda tartışmaya çalıştığımız “nominal Maturidilik” meselesi hakkında yazdıklarımızı kısaca özetleyecek olursak: Özgür irade, bireysel sorumluluk, hüsn-kubuh meselesi ve kader gibi temel konularda Mutezile ile Hanefi-Maturidi mezhepleri arasında fazla fark yoktur. Buna mukabil Hanefilerin bugün ehlisünnet dairesi içinde bir arada olduğu diğer mezheplerle mesela Selefi-Hanbelilerle anlaşma ve uzlaşma zemini daha azdır. Dolayısıyla yalnızca buradan bakıldığında bile tarihî süreçte ehlisünnet ve ehli bidat ayrışmasının salt itikadî temelde gerçekleşmiş olduğunu söylemek kolay görünmüyor.
Mesela… Abbasi halifelerinden bir bölümünün Mutezile’yi devletin resmi mezhebi olarak topluma dayatma çabalarını o devrin ehli hadis ulemasının toplum üzerindeki etki gücünü ve bunun siyasi otorite açısından oluşturduğu tehdit potansiyelini göz ardı ederek anlayamayız.
Keza Tuğrul Bey devrinde 19 yıl boyunca camilerde Eşari’nin lanetlenmesine mukabil Alparslan ve Melikşah devirlerinde Eşarîliğin adeta resmi mezhep haline gelmiş olması İran coğrafyasındaki toplumsal hareketliliklerden bağımsız değerlendirilemez herhalde. Selçuklu hanedan üyelerinin ve mensup oldukları toplum kesiminin Hanefi-Maturidi kimliğine sahip olmasına rağmen bürokrasiye hâkim olan zümrenin ait olduğu toplum kesiminin Şafi-Eşari anlayışta bulunmaları bu husustaki siyasi tercihlerden ilgisiz olamaz.
Aynı şekilde Mısır’da hâkim olan Memluk zümresinin veya Suriye’de Zengi ailesinin Hanefi-Maturidi kimliklerine rağmen medrese müfredatında ve yargıda Şafi-Eşari anlayışın egemen olmasını tercih etmeleri sebebi anlaşılmaz bir tutum değil. Gerek Selçukluların gerekse Memlukların ve Zengilerin hem hanedan üyelerinin hem de ordu mensuplarının mezhep kimliğinin yanında halkın benimsediği diğer din yorumlarını da dikkate almak mecburiyetiyle hareket ettikleri söylenmek durumunda. Bu hususta sözkonusu coğrafyalarda özellikle Şia mensubu yönetimlere karşı sürdürülen hakimiyet mücadelesi karşısında Şii olmayan Müslüman unsurların birlikteliğinin sağlanması gereği de hatırdan çıkarılmamalı. Nitekim ehlisünnet tabiri bahse konu dönemlerden itibaren “Şii olmayan” anlamını daha fazla ifade eder olmuştur.
***
Diğer yandan, Hanefi-Maturidilerin ve Mutezilîlerin çoğunlukla mevalilerden -yani Arap olmayan Müslümanlardan-oluşması… yahut Maveraünnehir ve Horasan’da Hanefi-Maturidiliğin, Horasan ve Harezm’de Mutezile’nin, Hicaz’da ise Selefi-Hanbeli anlayışın hâkim olması tesadüfi ayrımlar olmasa gerektir.
Ancak, elbette bu hususta siyasi tercihleri ve sosyokültürel yatkınlıkları yegâne belirleyici faktör olarak görmek de yanlış olur. Mutezili, Maturidi, Eşari ve Selefi olmak üzere başlıca kelam ekollerinin kendi iç gelişmeleri ve toplumsal ihtiyaçları karşılayabilme kabiliyetleri hesaba katılmadan meseleyi tam olarak anlayamayız.
İmam Maturidi tarafından esas olarak İmam Ebu Hanife’nin itikadî konulardaki fikirlerinin sistemleştirilmesiyle oluşturulan Maturidi kelam mektebinin, mensuplarının felsefeden ve kelam ilminin felsefileşmesi sürecinden uzak durma tercihleri sonucunda, zaman içinde Eşarilik ile rekabet edemez hale geldiği unutulmamalı. İmam Şafii’ye atfedilen ama daha ziyade Hanbeli-Selefilerin mottosu olarak yayılan “men tekelleme tezendeka” (kelamla meşgul olan dinden çıkar) sözünün felsefeden uzak durmayı savunan Hanefi-Maturidiler tarafından da benimsenmesi Maturidi kelam anlayışının gelişmesini önleyen en önemli faktör olarak görünüyor. (Oysa ehli hadisin kelam karşıtlığını besleyen unsurlar arasında bu alandaki yaklaşımların -Mevalilerin İslam öncesi inançları anlamında- “Acem kültürü”ne ait olduğu için İslami olmadığı iddiasına dayanan “Arap tepkisi” de vardır. Yani, nereden baksan çelişki…)
“Aklı esas alan” Hanefi-Maturidilerin felsefeye uzak durmalarına karşılık, “nakli esas alan” ve Gazali eliyle felsefeye ve rasyonalizme en büyük darbeyi indirmiş sayılan Eşarilerin aynı zamanda mantık ve felsefe metotlarını bu ilim dalına dahil ederek “felsefi kelam”ın kurucusu olmaları, bugünkü din zihniyetimizin şekillenmesine kadar etkileri devam edecek olan bir paradoks.
***
Bu konudaki tartışmamızın çıkış noktası olan Osmanlı mezhep kimliğine gelince… Yukarıda bahsi geçen Hanefi-Maturidi kimlikli diğer Türk hanedanlarının mezhep politikasına etki eden faktörlerin en azından bir kısmının burada da mevcut olduğunu görüyoruz. Devletin kuruluş devirlerinde Müslüman ahalinin kahir ekseriyetinin Hanefi-Maturidi olmasına mukabil, sonraki asırlarda Şafi-Eşari yorumuna bağlı bir nüfusun da imparatorluğa dahil olması Osmanlılar için mezhepler arasındaki çelişkilerin giderilip yakınlaşmanın ve birliğin sağlanmasına yönelik bir politikanın benimsenmesini gerektiriyordu. (Daha önceki asırlarda İslam coğrafyasında yaşanan mezhepler arası çatışmaları biz bugün daha çok Sünni-Şii mücadelesi olarak düşünüyoruz. Oysa halihazırda hepsini topluca ehlisünnet olarak kabul ettiğimiz Hanbeli-Selefi, Hanefi-Maturidi ve Şafi-Eşari mezheplerinin mensupları arasındaki kavga dövüş uzunca bir süre boyunca toplumsal huzurun ve siyasi istikrarın başlıca tehdit kaynaklarından biri olagelmişti. Bu mezhep mensupları arasındaki husumeti azaltıp bilhassa Şia karşısında tek bir cephede birleştirme politikası -önceki haftalarda temas ettiğimiz üzere- İran Selçukluları devrinde başlatılmış, kendileri Hanefi-Maturidi, yönettikleri toplum ağırlıklı olarak Şafi-Eşari olan Memlukler ve Zengiler tarafından da sürdürülmüş ve bir siyasi tecrübe ve yönetim modeli olarak Anadolu Selçuklularına ve Osmanlılara da intikal etmiştir.)
Osmanlı medreselerindeki müfredatın Eşari ağırlıklı oluşu da hem Selçuklu mezhep politikasının eseri olan Nizamiye modelinin tevarüs edilmiş olmasıyla hem de Maturidi kelam literatürünün Eşari’ye nispetle -ve en azından kemmiyet itibarıyla- yetersiz kalmış olmasıyla açıklanabilir.
***
Önceki haftalarda Osmanlı mezhep kimliği konusunu tartışırken ismen Maturidi esasen Eşari anlayışa uygun bir din anlayışının egemenliğinden söz etmiş, medrese müfredatını en önemli kanıt olarak göstermiştik. Bu noktada medrese müfredatına çok fazla takılmamıza itiraz ederek “önemli olan halkın hangi anlayışa mensup bulunduğudur” diyen dostlarımız oldu. Medrese müfredatı Eşari ağırlıklı olduktan sonra toplumdaki din anlayışını -medrese tahsili görenlerin bilgi ve görüşünü esas alması icap eden- halkın tâbi olduğu(nu düşündüğü) Maturidi çizginin belirlediğini düşünmek makul görünmüyor bana. Gerçi toplumda Hanefi-Maturidi anlayışın belli ölçüde bile olsa yaşamaya devam edebildiği doğru ama bunun sebebi başka.
Konuyu yine toparlayamadık, haftaya bitirelim inşallah…