İstanbul’da son günlerde yağan şiddetli yaz yağmurlarının birbiri ardınca bina göçüklerine yol açması sıradan bir durum değil. Belli ki tahmin ettiğimizden çok daha fazla sayıda ve oranda çürük yapı var İstanbul’da. 1999’dan bu yana muhtemel bir depreme hazırlanan veya hazırlanması gerektiği söylenen 20 milyon nüfuslu en büyük şehrimizde.
Böyle bir şehirde tartışılmaz şekilde zorunlu olan kentsel dönüşümün o günden bu yana sürekli lafı edildiği halde gerçekleştirilmemiş olması şehri ve ülkeyi yöneten siyasi kadroların müteselsil sorumluluğu dahilinde bir konu ama 99’dan sonra inşa edilen yapıların bile depremin ardından çıkarılan yeni kurallara uygun yapılmayışı bambaşka bir problem.
Görünen o ki ihmal var, denetimsizlik var. Yani birilerinin görevlerini yerine getirmemesi. Bunların kim olduğunu tam olarak bilmiyoruz. Ama bu görevlerin gerçekleşmesinin planlama, organizasyon ve yönetimi boyutundan sorumlu olanların kimler olduğunu az çok biliyoruz. Ne var ki “planlama, organizasyon ve yönetim” diye kodladığımız “devletin işleyişi”nde sorumluluk sahibi kadrolar kadar toplumda geçerli veya egemen anlayışların da payını unutmamak lazım.
Biraz daha açık konuşalım: Bizim temel problemimiz yasalarımızın, kurallarımızın olmayışı değil. Zaten “kuralsızlık” demek kuralın mevcut olmaması demek değil. Yasaların, kuralların gerektiği şekilde işletilmeyişi demek. Daha doğrusu, bunların herkes için ve her şart altında geçerli olmasının temin edilemeyişi. Bu konuda ne yukarıdan aşağıya ne de aşağıdan yukarıya bir talebin de mevcut olmayışı. En kötüsü, buna ihtiyaç hissedilmeyişi.
***
Acemoğlu-Robinson imzalı “Niçin Bazı Milletler Başaramaz” kitabından şimdiye kadar o kadar çok söz ettim ki bu sütunların sürekli okurları arasında merak edip de eseri incelememiş kimse kalmamıştır herhalde. Hatırlayacak olursanız, söz konusu kitapta enine boyuna ve çok sayıda örnek üzerinden savunulan teze göre toplumun bütününü kapsayıcı nitelikte ekonomik ve siyasi kurumlara sahip olan milletler “başarıyor”, kurumları kapsayıcı olmayan milletler ise “başaramıyor”du.
Söz gelimi bir ülkede yasa ve kurallar herkes için geçerli değilse, imtiyazlı kişilerin varlığı veya ayrımcılık söz konusu ise burada siyasi yapı kapsayıcı (inclusive) değil, dışlayıcı (extractive) nitelik taşıyor demektir.
Böyle bir ülkede ekonomik gelişmenin sürdürülebilir olmasını sağlamak mümkün olmaz. Çünkü bu durumda en azından toplumsal kaynaklarınızın bütününü ekonomik gelişmeye ortak etmemiş olursunuz. Ekonominiz sağlıklı bir yapıda olmayınca diğer sahalarda da güç ve etki sahibi olamazsınız.
Daha açık anlatmak gerekirse, toplumun üretken olabilmesi ve refaha ulaşabilmesi için işleyişini devletin, yani siyaset kurumunun sağlaması gereken bir hukuki düzene ve bağımsız kurumlara ihtiyaç var. Siyasetin üzerine düşen rasyonel gerekçelerle oluşturulan kuralların keyfî sebeplerle dışına çıkılmamasını ve bu kuralların her durumda ve herkes için geçerliğinin temininden ibaret.
***
Kurallar veya yasalar gökten zembille inmez, gökten zembille indiği durumlarda da fazla işe yaramazlar. Bunların toplum tarafından benimsenmesi gerekir. Benimsenmesi için de toplumda geçerliği olan birtakım değerlere dayanması gerekir. İfade uygun olursa “kuralların değer bazlı olması ilkesi” diyebiliriz buna…
Bu çerçevede bizim toplumumuza baktığınızda “değer”lere bağlılığımızın güçlü olduğunu görürsünüz. Yönetici olsun, yönetilen olsun her Türk vatandaşının günlük diskurunda değerler egemendir. Hak, hukuk, vicdan, vatan, millet, maneviyat, ecdad, sevgi, saygı, cesaret, adalet, liyakat…
Buna mukabil kurallarla başı hoş olmayan bir topluluk imajına sahibiz. En azından kural toplumu değiliz. Günlük konuşmalarımızda yasalardan, kurallardan çok az söz ettiğimize dikkat edin. Yani değerlerimiz var, kurallarımız yok diyebiliriz bu manada.
Gelgelelim hayata geçirmeye heves etmediğimiz değerlere gerçekten bağlı olduğumuzu söyleyebilir miyiz?