Gazze’de beş aydır devam eden vahşi katliam karşısında bütün dünyada sivil gruplar protesto gösterileri yapıyorlar. Avrupa ve Amerika’nın belli başlı bütün şehirlerinde özellikle hafta sonları yüzbinlerce insanın katıldığı yürüyüşler ve mitingler gerçekleştiriliyor.
Amerika’daki protestolarda özellikle Yahudi gruplar Gazze’deki vahşetin durdurulması talebiyle bir araya gelen kalabalıklar içinde başı çekiyorlar. Hatta yine Yahudi asıllı bir Amerikan askeri kendisini yakarak insanlık dışı kıyımlara karşı insanlık aleminin çaresizliğine en acı şekilde tercüman oldu.
Bu konuda Türkiye'deki manzara ise epeyce farklı. Öyle büyük kalabalıkların katıldığı gösterilere rastlamak mümkün değil. İlk haftalarda Saadet ve Gelecek partilerinin düzenlediği bir miting gerçekleşmişti. Bunun hemen ardından iktidar kanadı Gazze ile ilgili suskunluğunu bozarak İsrail’in soykırım saldırılarını lanetleyen açıklamalar yaptı. İstanbul’da bir de miting düzenlendi. Batılı başkentlerdekiler kadar olmasa da geniş bir kalabalık katıldı o mitinge. Ama devamı gelmedi. Sonraki süreçte birkaç sivil toplum kuruluşunun düzenlediği miting ve yürüyüşlere katılan kişilerin sayısı bir otobüsü değil en fazla bir minibüsü doldurabilecek kadardı. Yine bir istisna olarak “iktidar partisinin sivil toplum kolu” tarafından düzenlenen yürüyüşe biraz daha fazla katılım oldu.
Demek ki Gazze konusundaki duyarlığı tartışılmaz olan halkımız din kardeşlerinin uğradığı katliamı protesto etmek söz konusu olduğunda hükumetin çağrısını bekliyor.
Bu durum bizim sosyal yapımızda sivil toplum alanının teşekkül etmemiş olmasıyla veya bununla bağlantılı olarak devlet ve vatandaş kavramlarının Türk insanının zihnindeki karşılığıyla vs. açıklanabilir.
Siyasi yapıdan bağımsız, yani sivil bir tutumun yokluğu insanımızın toplumsal kimlik anlamında dar grup aidiyetlerinden kopamadığı için geniş millet bütünlüğüne aidiyet hissedemeyişine bağlanabilir.
Belki daha spesifik olarak “mütedeyyin Anadolu insanı”nın bilhassa hızlı şehirleşme süreçlerinde ortaya çıkan aidiyet problemini din kimliğine sarmalamasına dikkat çekilebilir. Dileyen Sünni İslam geleneğinin “Ulu’l emre itaat” anlayışıyla da izah edebilir bu tutumu.
Ben bunların hepsini bir arada değerlendirerek “Hükümet Müslümanlığı” veya “İktidar Müslümanlığı” denilebilecek bir tavrın bugünkü AK Parti seçmen tabanında kendini gösterdiğine işaret etmiştim. Ahlaki tutarsızlık da barındıran bu “din kılıfında siyasi angajman” tutumu söz konusu tabanın bütününe şamil edilemez elbette ama sivil inisiyatif eksikliği yalnızca bu tabanın değil, Türk toplumunun tamamının bir özelliği. Zira sivil alanı alabildiğine dar kalmış bir toplumsal yapımız var.
Böyle olunca insanların yüreklerini yakan bir konuda tepkilerini ortaya koymak için hükümetten davet beklemeleri normal sayılmalı.
Gelgelelim böyle bir şey için hükümetten davet beklemeyen insanlar da var. Sayıları çok az da olsa var. Ayrıca bu insanlar İsrail’in vahşeti karşısında duydukları nefret ve öfkenin yanısıra soykırım rejimiyle ticari ilişkilerin sürdürülmesine de tepki duyuyorlar. İsrail’in ihtiyaç duyduğu gıda, enerji, çelik, çimento gibi stratejik ürünlerin Türk şirketleri tarafından tedarik edilmesini kabullenemiyorlar. AK Parti tabanındaki bir kesimden, yani “Hükümet Müslümanları”ndan en önemli farkları bu.
Mamafih bu insanlar da kültürel kimlikleri ve siyasi tutumları itibarıyla AK Parti’nin doğal tabanına dahiller. Belki geçmişte bu partiye oy vermiş, “One minute” olayının coşkusunu yaşamış kişiler. Belki de o insanların yeni yetişen kızları, oğulları.
Gazze’de yaşananları protesto etmek için hükümetten davet veya talimat beklemeyen bu genç insanlar bilhassa İsrail ile ticari ilişkilerin sürdürülmesine tepkililer. Zaman zaman fırsat buldukça bu husustaki rahatsızlıklarını hükümet yetkililerine duyurmak da istiyorlar doğal olarak.
Ancak hükümet yetkilileri nedense bu türden tepkilere tepkiyle karşılık veriyorlar. Kendilerine “Şu konuda yanlış yapıyorsunuz” denilmesine tahammül edemiyorlar. Nitekim iktidar partisinin yöneticilerinin, eski ve yeni bakanların katıldıkları kimi açılışlarda “İsrail ile kirli ticarete son verin” dediler diye insanlar polis tarafından yaka paça gözaltına alınıyorlar. Hükümetin bu konudaki eleştirilere ve taleplere cevabı net: Yaka paça gözaltı.
Kamuoyuna yansıdığı kadarıyla ayrı ayrı üç bakan seçim çalışmaları vesilesiyle halkın içine girmek zorunda kaldıkları bir sırada “İsrail’e giden gemileri durdurun” talebiyle karşılaşmış ve her üç olayda da bunu söyleyen vatandaşlar göz altına alınmıştı.
Aynı şekilde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Sakarya mitinginde yine bir grup protestocu İsrail ile ticari ilişkilerin sonlandırılması çağrısı yapan bir pankart açmış, polisler pankartı apar topar kaldırırken protestocuları da yaka paça gözaltına almıştı.
Erdoğan’ın hafta sonunda Ankara’da katıldığı mitingde, İsrail ile sürdürülen ticareti pankart açarak protesto eden bir grup kadın yine yaka paça miting alanından dışarı çıkarıldı. Ancak bu defa gözaltı gerçekleşmedi. Polis alıp götürmedi, yalnızca alanın dışına götürülüp bırakıldılar. Belki eylemciler kadın olduğu için. Belki de seçim arifesinde bu tutumun yanlışlığı anlaşılmış olduğu için.
Sebep her ne olursa olsun, sürdürülen bir yanlıştan geri dönülmüş olmasını temenni etmek durumundayız. Anayasal haklarını kullanan vatandaşların siyasetçileri rahatsız ediyorlar diye polis marifetiyle yaka paça edilmeleri olacak şey değil!
Kaldı ki cumhurbaşkanı Erdoğan “Hiç çekinmeyin, yüzümüze hakikatleri haykırın. Haykırın ki hatamızı görüp kendimizi düzeltelim” demişti geçenlerde.
Gazze eylemcilerinin “Cumhurbaşkanımızın talimatıyla hakikatleri haykırıyoruz” mu demeleri gerekiyordu yoksa, gözaltına alınmamak için?