Tarihte olaylar iki kere tekrarlanırmış. Ama ilkinde trajedi ikincide fars şeklinde. AK Parti iktidarları dönemindeki “Çözüm Süreci” girişimleri de bu kapsama girer mi acaba?
Aslına bakarsanız ilk iki girişimi bugünkü “yeni süreç”ten ayıran taraf bunların belirli bir hazırlık, planlama ve siyasi kararlılık içinde hayata geçirilmeye çalışılmasıydı. Gelgelelim “ilk” Çözüm Sürecine o vakit ben iki noktadan itiraz etmiştim. Biri MİT yöneticileri ile PKK temsilcilerinin görüşmelerinin üçüncü ülkeler aracılığıyla gerçekleşmesindeki büyük yanlıştı. İkincisi projenin kamuoyuna sunuluşunda bölücü örgütün dilinin kullanılması, sözgelimi inkar ve imha siyaseti, Kürt sorunu, demokratik çözüm gibi PKK jargonunu oluşturan terim ve tanımları aşacak kavramlar ortaya konulamamış olmasıydı.
Bu durum masadaki taraflardan birinin eksikliğini, yetersizliğini, kavramsal hazırlıksızlığını gösteriyordu. Çünkü kendi yaklaşımınızı ifade edecek yeni bir dil üretemeden mevcut soruna yeni bir çözüm üretmeniz mümkün olamaz.
MHP lideri Bahçeli o günlerde bu konuyla ilgili şunları söylüyordu: “Kürt açılımı adı altında Türkiye’nin milli birliğine ve varlığına kastetmeyi amaçlayan yıkım projesinin taşeronu olan Başbakan Anayasa suçu işlemeye teşebbüs halindedir. AKP 2002 yılında iktidara geldiği dönemde terörün neredeyse sıfıra indiği bir Türkiye devralmıştır. Aradan geçen yedi yılda terör karşısında acz ve teslimiyet içine girmiş, terörle mücadeleyi bilinçli olarak zaafa uğratmış ve bölücülerin ümit ve cesaret kaynağı olmuştur.”
Bu tarz eleştirilerin de etkisiyle Erdoğan bilahare Kürt açılımı yerine demokratik açılım tanımlamasını kullanmaya başlamış, en sonunda da söz konusu girişime “milli birlik ve kardeşlik projesi” adını vermişti.
***
İkinci Çözüm Sürecinin ilkinden farkı ise üçüncü ülkelerin aracılığının söz konusu olmaması ve terör örgütüyle görüşmelerin kamuoyunun gözü önünde sürdürülmesi, dolayısıyla halkın desteğini ve onayını alma gereği duymasıydı.
Buna mukabil başka iki büyük yanlış yapıldı bu ikinci girişimde de. Biri Suriye iç savaşında oluşan siyasi otorite boşluğu neticesinde Rojava’da bir PKK devleti kurulması imkanının belirmesini hesaba katmamak. O günkü konjonktürde Suriye’nin kuzeyinde müstakil bir Kürt devletine sahip olma fırsatı varken PKK’nın Türkiye’deki Kürtlerin kültürel haklarını veya Öcalan’ın serbest kalmasını önemsemeyeceğini düşünememek. Dolayısıyla bu konuda bir dış politika inisiyatifi geliştirme gereğini duymamak.
İkincisi, süreç içinde terör örgütünün doğudaki birçok şehirde silahlı otonomiler teşkil etmesine yol açan gevşeklik. Gereksiz bir iyimserlik, bilinçsiz bir iyi niyet.
Sonuç itibarıyla siyasi iktidarın bu iki husustaki rehaveti terör örgütünün cüretini besledi. PKK Türkiye’nin Kuzey Suriye’de Kürtlere karşı IŞİD’i desteklediği iddiasıyla çözüm sürecini sona erdirerek hendekler savaşını başlattı, “devrimci halk savaşı” ilan etti. Böylece bir çözüm sürecinin daha sonuna gelindi.
***
Şu da var: Siyasi iktidarlar bu türden kritik girişimlere iş başına geldikten hemen sonra, yani halkın desteği henüz arkalarındayken başlar genellikle. Ne var ki Türkiye’de 2010 anayasa referandumu öncesinde 2009 Kürt Açılımı başlatılmıştı. 2015 genel seçimi öncesinde de İkinci Çözüm Sürecine start verildi. Erdoğan o zaman yaptığı bir konuşmada “Gelin, 7 Haziran seçimlerini yeni Türkiye, yeni anayasa, başkanlık sistemi, Çözüm Süreci ile beraber ülkemizin tarihinde milat yapalım…” diyordu.
Oysa her iki girişimin de siyasi iktidar tarafından seçim/referandum öncesinde başlatılması ayrı bir problem alanının işareti. Güya “devlet aklı” denen mekanizmanın nedense ancak sandık zamanlamasıyla işliyor olması, çözümün niye başarılamamış olduğunu gösteriyor olmalı.
Bugünkü yeni çözüm girişiminin de Erdoğan’ın dördüncü defa aday olabilmesi için Mecliste DEM Parti oylarına ihtiyaç duyulduğu bir süreçte gündeme gelmesi zaten başlı başına her şeyi berheva eden bir faktör. Diğer yandan herhangi bir hazırlığın veya eylem planının varlığına dair ortada hiçbir emarenin olmayışı, “Öcalan’ın TBMM’de konuşma yapması” gibi hiçbir anlamda imkan ve ihtimali bulunmayan varsayımsal durumlardan söz edilmesi, atılan adımlar “bölge jeopolitiği falan” diye gerekçelendirilmek istenirken dile getirilen argümanların mantıksızlığı.. Bütün bunlar kotarılmak istenen “yeni sürecin” ciddiye alınmasını zorlaştıran hususlar.
Ancak burada en önemli sorun Öcalan’ın örgüt üzerindeki nüfuzuna ilişkin peşin kabule dayanan gerçek dışı beklentilerle yola çıkılmak istenmesi.
Nitekim dün Ankara’da gerçekleştirilen terör saldırısı PKK’nın tek bir yapıdan oluştuğu, kurucusunun emrinden çıkmayacağı; Öcalan’ı serbest bırakmamız karşılığında bunları her şeye ikna edebileceğimiz gibi varsayımların temelsiz olduğunu hatırlattı. Ülkenin başkentinde sembolik bir adresi hedef alan bu kanlı eylemin motivasyonunu veya siyasi amaçlarını henüz bilmiyoruz ama terör örgütünün yekpare bir bünyeden ibaret olduğunun hiçbir zaman unutulmaması gerektiği ortada.