Geçen haftaki Çanakkale Zaferi anma töreninde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaptığı konuşmada bir bölüm dikkatimi çekmişti: şehitlerimizi rahmet dileğiyle andıktan sonra şunu ilave etmişti sözlerine Erdoğan: “Her ne kadar işgal niyetiyle gelmiş olsalar da burada toprağa düştükleri andan itibaren artık misafirlerimiz olarak gördüğümüz diğer milletlerin askerlerini de saygıyla anıyorum.”
Bilinen kişisel tarzı ve üslubu itibarıyla Erdoğan’ın dilinden işitilmesi sürpriz etkisi yapan bu sözlerin bir benzeri, malum olduğu üzere, Atatürk’e ait (olduğu söylenen) “Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! (…) Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır” şeklindeki dokunaklı ifadedir. Kim bilir, belki de Erdoğan’ın bize şaşırtıcı gelen sözlerinin bu dönemde dile getirilmesinin sebebi ile Atatürk’e atfedilen sözlerin motivasyonu aynıdır.
Burada bilinmesi gereken bazı detaylar var: Öncelikle, bizim epey zamandır coşkuyla kutladığımız Çanakkale zaferinin yıldönümleri Atatürk devrinde kutlama konusu değildi. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ve özellikle 1950’li yıllardan itibaren başlayıp yerleşti bu adet. Peki, neden?
Tarihçilerin farklı açıklamaları var bu hususta. Kimilerine göre Çanakkale harplerinin başarısı esas itibarıyla Enver Paşa ile Liman Von Sanders’e ait olduğundan, Atatürk o dönemde bu isimlerin öne çıkmasını siyaseten sakıncalı bulduğu için -kendisini de Anafartalar kahramanı olarak kamuoyuna tanıtmış ve milli mücadele liderliğinin yolunu açmış olan- bu büyük zaferin yıldönümleri sessizlikle geçiştirilmiştir. Dönemin matbuatına ve hatta ders kitaplarına bile yansımıştır bu ilgisizlik.
Kimi siyasi tarihçiler ise uluslararası konjonktür bakımından açıklamaya çalışıyorlar bu tutumu. Yalnız Çanakkale zaferi konusunda değil başka bir çok konuda daha “İngiltere’yi kuşkulandırmamak” bir tür kırmızı çizgi işlevi görüyordu o tarihlerde devlet yönetiminde. Kurtuluş Savaşını kazanmıştık kazanmasına ama dünyaya kafa tutacak halde de değildik. Bu yüzden Batılı ülkelere Lozan’da elde ettiğimiz kazanımları tehlikeye düşürebilecek bir koz vermek istemiyorduk. Özellikle de Batı dünyasının lideri konumundaki İngiltere’nin düşmanlığını celp etmekten çekiniyorduk.
Kimseye husumetimizin olmadığını ve eski topraklarımızı geri almaya yönelik “irredentist” politikalar izlemeyeceğimize ikna olsunlar diye karşı tarafa zaman zaman iyi niyet işaretleri gönderme zarureti duyuyorduk. Bu bakımdan Hilafetin ilgasından Ayasofya kararına kadar içerideki tepkilere rağmen atılan birçok radikal adımın aslında “Batı dünyasına jest” anlamı taşıdığını düşünüyor kimi tarihçiler. Çanakkale zaferinin yıldönümlerinin es geçilmesini de bu yaklaşıma bağlıyorlar.
***
Bütün bu açıklamaların belirli ölçülerde doğruluk payı taşıdığı muhakkak. Ama belki de daha anlamlı açıklama şu olabilir: Zafer kutlamak için uygun bir yer değildi Çanakkale. Çünkü 1936’ya kadar tören yapacak askerimiz bile yoktu orada.
Lozan Anlaşması kapsamındaki Boğazlar Sözleşmesi, Türk Boğazlarının ve civarının askersiz hale getirilmesini öngörüyordu. İkinci Dünya Savaşının ayak seslerinin işitildiği bir zamanda değişen dünya dengeleri sayesinde ilgili devletlere kabul ettirilen Montreux Sözleşmesi ile Boğazlarda -ve ayrıca Trakya sınırındaki topraklarımızda- asker bulundurma hakkı elde ettik. Keza artık irredentist suçlamasından çekinilmeden Hatay’ın Türkiye’ye katılması için de bu dönemde harekete geçilmişti.
Daha ilginç bir ayrıntı, Lozan Anlaşmasına göre, Türkiye’ye savaşmaya gelip burada ölmüş olan İngiliz, Fransız ve İtalyan askerlerinin mezarlarının veya anıtlarının bulunduğu topraklar “ebediyen” bu ülkelerin mülkiyetine terkedilmiştir. Anlaşmanın 129. maddesinde “Türkiye Hükümeti tarafından verilecek arazi arasında özellikle Britanya İmparatorluğu için 3 numaralı haritada gösterilmiş olan, Anzak denilen topraklar ve Arıburnu arazisi dahil olacaktır” denilmektedir.
Bizim zafer kutlaması yapmadığımız zamanlarda İngilizler ve Anzaklar buraya gelip ölen askerleri için anma törenleri yapıyorlardı. Atatürk’ün sağlığında, İnönü, Sakarya, Dumlupınar gibi diğer milli zaferlerin -ve hatta İkinci Meşrutiyetin- yıldönümleri resmî törenlerle kutlanırken, Çanakkale Zaferi kutlamaları yapılmayışının bu durumla da ilgisi olabilir belki.
***
Aslında bu dönemde -Atatürk bizzat katılmamış olsa da- bir “kutlama denemesi” yapılmıştır. “Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar!” diye başlayan meşhur hitabe, kimilerine göre 1931’de İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın -uzun zaman sonra ilk ve son defa olmak üzere- Çanakkale’de düzenlenen bir törende yaptığı konuşmada geçmiştir. Bu konuşmanın metninin Kaya’ya bizzat Atatürk tarafından yazılıp verildiği söyleniyor. Ancak durum biraz karışık… Çünkü o konuşmada bugün kitaplarda, anıtlarda vs yer alan meşhur ifadeler yok. Aynı manaya geldiği ileri sürülen -ama pek de aynı manaya gelmeyen- başka sözler var.
O günün gazetelerinde Anadolu Ajansı mahreçli olarak yayınlanan haberde tam metni yer alan konuşmadan -ve Atatürk’ün ölümünden- çok uzun yıllar sonra Şükrü Kaya’nın 1953’te bir gazeteye verdiği mülakatta şimdi bildiğimiz ifadeler karşımıza çıkmıştır. Bu ilginç “tarihin yeniden yazımı” hikayesinin Türkiye’nin NATO’ya kabul edildiği zamanlara rastlaması bir anlam taşır mı, bilemeyiz.
Çanakkale Zaferinin yıldönümlerinin coşkuyla ve resmî devlet törenleriyle kutlanmaya başlanmasının da yine bu tarihlere rastlaması başka bir tesadüf.
Buna mukabil, 1953’teki İstanbul’un fethinin 500. yıldönümü törenlerinin -hazırlıkları yıllar önce başlatıldığı halde- nedense sönük ve üst düzey katılım olmaksızın yapılmış olması diğer bir ilgi çekici detay.
Her birinin ayrı ayrı bağlamları olan bu hadiselerin arka planındaki sebepleri, gerekçeleri ve motivasyonları tam olarak bilmemize imkan yok. Ancak siyasi idarenin veya siyasi iradenin kararlarının ve uygulamalarının genellikle siyasetçilerin gerçek duygularının ifadesi olmadığını, her zaman kişisel tutumları yansıtmadığını akılda tutarak değerlendirmek lazım bu tür örnekleri.
Bu çerçevede, hangi niyetle yazılıp söylendiğini bilemiyoruz ama, Erdoğan’ın topraklarımızda yatan yabancı askerler için söyledikleri de bugünkü iç veya dış siyasi konjonktürle ilgili bir amaca matuf olabilir. Mesela Türk dış politikasında Ukrayna savaşı vesilesiyle zuhur ettiği düşünülen bir yenilenme veya onarım imkanın değerlendirilmesi amacı söz konusu olabilir. Şimdilik bilmiyoruz. Ancak hamaset deyip de geçmemek lazım. Bu retorik çeşidi yalnızca iç siyasette değil, bazen dış siyasette de işlev görebiliyor.