İstanbul’da yeniden yapılan seçimin en önemli sonucu kayda değer sayıda AK Parti seçmeninin -en azından kitlesel anlamda- ilk defa “altıok”un altına mühür basması oldu. Bu durum büyük ölçüde AK Parti’nin kendi özel çabalarının sonucu olarak ortaya çıktı. Çünkü önceki seçimlerde de kendi tabanından uyarılara muhatap olmuştu iktidar partisi ve 31 Mart neticesi de bu uyarılardan biriydi. Ne var ki bu son uyarının cevaplanma şekli öncekilerden çok farklı oldu.
Önceki seferlerde “halkın mesajını aldık, gereğini yapacağız” diyen ve sadece lafla kendi tabanını ikna edebilmiş olan iktidar partisi bu sefer bambaşka bir yol tercih etti ve “seçimde hile yapıldı, onun için kaybetmiş görünüyoruz. Aslında kaybetmedik” diyerek sandık sonucunu iptal ettirdi... Aradaki farkın çok cüzi miktarda olmasına güvenerek 31 Mart’ta sandığa gitmemiş az sayıda taraftarını ve diğer adaya oy vermiş kesimlerin bir bölümünü ikna ederek sonucu değiştireceğini umdu. 31 Mart günü “her şeye rağmen” AK Parti-Cumhur İttifakı adayına oy vermiş olanların tercihlerinin çantada keklik olduğunu düşünerek bu kumarı oynadı.
Bu kumarın kazanılma imkân ve ihtimalinin asla olmadığını ilk günden itibaren hep söyledik bu sütunlarda. Dolayısıyla bu argümanın yeniden temellendirilmesine gerek yok. Ancak 17 yıldır ülkeyi yönetenlerin kendi toplumlarının hassasiyet ve refleks noktalarını bile unutmuş olmalarını göstermesi bakımından bu tavrın anlamı var.
Seçmenin oyunu isterken somut ve elle tutulur argümanlar sunamayıp beka sorunu gibi gerçekdışı ve temelsiz iddialara, Kürdistan veya Pontus gibi konularda milli birliğimizi riske atabilecek derecede sorumsuz çıkışlara baş vurmanın sebebi önceki vaatlerin boşa çıkmasıydı.
***
Parlamentoyu devreden çıkaran, iktidarı tek bir elde toplayarak iki yüz yıldır mücadelesi verilen kuvvetler ayrılığı rejimini bir anda ortadan kaldıran anayasa değişikliğine milleti ikna etmek için diye getirilen vaatleri hatırlayın. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçiş için 16 Nisan referandumuna gidilirken AK Parti sözcüleri bundan sonra kurumların daha hızlı çalışacağını, bürokrasinin azalacağını, ekonominin şahlanacağını vs. vs. ileri sürmüşlerdi, hatta “16 Nisan’dan sonra dünyanın onuncu büyük ekonomisi olacağız” demişti bir bakan.
Referandumun sonucunda bu vaatlerin ne derecede etkili olduğunu ölçmek kolay değil. Ayrıca toplumdaki siyasi kutuplaşma sayesinde belirli bir kesimin mahiyetini pek de merak etmediği bu değişiklik konusuna “bizimkilerin planı” diye bakarak oy verdiklerini düşünmek mümkün. Ancak unutulmaması gereken bir ayrıntı da var burada. Türkiye genelinde yüzde 50’nin üstünde “evet” oyuyla kabul edilen referandumda Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Antalya, Aydın, Eskişehir, Mersin, Hatay, Denizli, Muğla, Manisa, Balıkesir gibi büyükşehirlerde “hayır” oyları yüzde 50 sınırının üstünde çıkmıştı.
Daha önceki bütün seçimlerde büyükşehir oyları daima kendi ortalamasının üzerinde gerçekleşen AK Parti’nin seçmen tabanındaki kaymayı veya sosyolojik tabanın değişimini gösteren bu detaya da vaktiyle dikkat çekmiş, üzerinde yazılar yazmıştık. Nitekim geçen yıl 24 Haziran’da Cumhur İttifakı’nın zaferiyle sonuçlanan seçimde de aynı tablo ortaya çıkmıştı. Demek ki mesele “Kadıköy, Beşiktaş, beyaz Türk…” meselesi değildi… AK Parti, bir dostumuzun tabiriyle, “Türkiye’nin üreten kesiminden” oy almakta zorlanıyordu artık. Üretim kavramını yalnızca sınai manada kullanmıyoruz. Başta İstanbul olmak üzere büyükşehirlerin her alanda toplumsal eğilimlerin üreticisi de olduğunu söylüyoruz.
***
Ama ne olursa olsun, AK Parti seçmeni kendi partisine ne kadar kızarsa kızsın siyasetin tam ortasından geçen o kadim çizginin soluna taşırmadan tepkisini ifade etti bugüne kadar. 31 Mart’ta da bu değişmedi. Millet İttifakı’nın adayı Ekrem İmamoğlu’nun 31 Mart’ta aldığı oy sayısı aslında bir yıl önceki cumhurbaşkanlığı seçiminde muhalefet adaylarının toplam oyundan daha azdı. AK Parti’nin seçim başarısızlığı daha ziyade kendi parti tabanındaki kayıptan kaynaklanıyordu. Ancak 31 Mart akşamından itibaren sergilenen tavır ve yaklaşımlar bu kayıpların telafisini değil artışını temin etti.
“31 Mart’ta İmamoğlu kazanmamış, AK Parti kaybetmişti. Kamuoyu anketlerinin bulguları doğru çıkarsa 23 Haziran’da hem AK Parti kaybetmiş hem de İmamoğlu kazanmış olacak” diye yazmıştım ikinci seçimden birkaç hafta önce.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun uzunca bir süredir -kendi partisi içindeki engelleme çabalarına rağmen- taviz vermeden sürdürdüğü “CHP’yi toplumun geniş kesimleriyle kucaklaştırma” siyasetinin bir sonucu olarak elbette takdir edilmesi gereken birer siyasi başarı var ortada. Ancak 23 Haziran’da AK Parti seçmeninin ilk defa “altı ok”un altına mühür basmaya “elinin gitmesi”ni sağlamak seçim kazanmaktan çok daha büyük -ve sağ siyaset açısından geleceğe ilişkin uyarılar taşıyan- bir başarı.
Peki, bu başarı yalnızca CHP’nin eseri mi?