Bütün Türkiye’nin yüreğini yakan Adana’daki yurt yangını ister elektrik kontağından çıkmış olsun ister mutfaktaki ateşten, bu facianın hazırlanışı ve şekillenişi öncelikle toplumsal zihniyetimizdeki arızaların sonucu. Nitekim söz konusu öğrenci yurdundaki yangın merdiveni çıkışının kilitli olması bu arızaya dair yeterince açıklayıcı bir detay. Muhtemelen ülkenin pek çok yerinde binalardaki yangın çıkışları “güvenlik kaygısıyla” kilitli tutuluyordur. Zihniyet arızamızın bir yönü bu. Ama söz konusu öğrenci yurdunda “denetim” konusunda ekstra bir problem olduğu belli. Ekstra bir problem var, çünkü bir dini cemaat tarafından işletildiği söylenen bu yurtla ilgili denetimi gerçekleştirmesi gereken kamu görevlisi açısından bu işi yapmak o kadar kolay olmasa gerek. Dinî cemaatlerin bilhassa yerel siyasetçiler üzerindeki etki gücünden bağımsız olarak anlaşılması zor bu meselenin.
Ülke çapında cemaatlere ait kaç öğrenci yurdu olduğunu biliyor muyuz acaba? Özel yurtların ne kadarının hangi cemaate ait olduğunu, bu yurtların ne kadarının “kayıtlı” olarak işletildiğini devletin hangi birimi biliyor?
Bu arada FETÖ’ye ait öğrenci yurtlarının 17-25 Aralık sürecinin ardından veya 15 Temmuz darbe kalkışması sonrasında ne kadarının başka isimler altında işletilmeye devam ettiğini; ne kadarının başka cemaatlere devredildiğini bilen var mı?
***
Dini cemaatlere yönelik kategorik bir karşıtlığımın olmadığını yazılarımı takip edenler bilir. Ama bir cemaatin veya tarikatın banka sahibi olması, şirketler kurup işletmesi ve holding gibi yönetilmesi bu işin özüne ne kadar uygun diye düşünmek de lazım. Öğrenci yurtları için de aynı şey geçerli.
Belki şunu diyen olabilir: Geçmişte dinî eğitim kısıtlıydı, cemaatler o ihtiyacın karşılanması için kendi asli görevlerinden fedakârlık yapıp bu sahalarda hizmet vermeye yöneldiler; bunun için özel okullar ve öğrenci yurtları kurup işlettiler. Kuran kurslarının ve imam hatip okullarının yaygınlaşması belli başlı cemaatlerin gayretleriyle mümkün oldu zaten… Bunlar doğru ama din eğitiminin ve kurumlarının yaygınlaşmasının daha 1946’dan itibaren halkın taleplerini göz önüne almak durumundaki siyasetçiler eliyle gerçekleştiği ve bugüne kadar aşama aşama geliştiği de doğru. Hatta geçmişte din eğitiminin yetersizliğinden yakınan toplumun bugün “her okulun imam hatip yapılması” aşırılığından da rahatsızlık duymaya başladığı malum.
Ne olursa olsun, bugün devlet din eğitimini tam da halkın çoğunluğunun istediği ölçüde karşılar hale gelmiş bulunuyor. İkincisi, özellikle FETÖ deneyiminin ardından taşradan büyük şehirlere gelen öğrencilerin barınma ihtiyacının karşılanması konusu bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın inisiyatifiyle bir devlet politikası olarak ele alınmış bulunuyor. Bu doğrultuda hızla öğrenci yurtları inşa ediliyor. Hizmet sahası münhasıran eğitim olan sivil vakıflar ve dernekler de bu konudaki çalışmalarında destek ve teşvik görüyor.
***
İşte bu ortamda dini cemaatlerin artık kendi asli hizmet sahalarına dönüp okul ve yurt işletmeciliği gibi görevleri devlete veya hizmet sahalarının sınırı belli olan ilgili sivil toplum kuruluşlarına terk etmeleri beklenmeli.
Sadece cemaatlerin ve tarikatların kendi asli işlevlerine dönmesiyle bitmiyor mesele tabii; devletin de yeniden devlet olmaya yönelmesi lazım. Vaktiyle yine yazmıştım: Devletin gerçek anlamda devlet olma vasfı “kurumların bağımsızlığı, kuralların egemenliği ve denetlenebilirlik” sacayağının üzerinde mümkün. Bu üç ayak üstünde duran tarafsız idarenin olmazsa olmazı da kamu hizmetinde liyakatin esas alınması, bunun dışındaki her türlü kişisel özelliğin görmezden gelinmesidir. Bütün vatandaşlara din ve vicdan hürriyetinin temini anlamındaki laik bir devlet düzeninde şu veya bu inanca veya dini gruba mensubiyet hiçbir alanda kısıtlanma gerekçesi olamaz. Tıpkı imtiyaz sebebi olamayacağı gibi…
Ancak ve ancak böyle bir toplumsal mutabakat çerçevesi sağlandığı takdirde dini cemaatlerin hizmetleri de devletin görevleri de daha sağlıklı şekilde sürdürülebilir. En başta da devletin denetleyicilik görevi…