Bir başka açıdan 29 Ekim

İbrahim Kiras

Cumhuriyetin kuruluşu tarihimizdeki en önemli dönemeçlerden biri. Ancak bundan tam yüz yıl önce gerçekleşen bu hadiseyi günümüzde çoğunlukla belirli birtakım ideolojik veya politik klişeler üzerinden anlayıp yorumlamaya çalışıyoruz.

Gelgelelim bugünkü sorunları anlayıp bunlara çare bulmanın yolu başlangıçtaki hataların, eksiklerin neler olduğunu fark etmekten geçiyor. Sözgelimi Meşrutiyet devrinde iyi kötü mevcut olan çok partili yapı, serbest seçim ve güçler ayrılığı sistemik unsurların cumhuriyetin ardından ortadan kalkması, herhalde üzerinde düşünülmesi gereken bir mesele.

Bunu jakobenizmin gereği olarak gören, nitekim İnönü’nün cumhurbaşkanlığına gelmesiyle veya çok partili düzene geçilmesiyle ülkede her şeyin kötüye gitmeye başladığını düşünen bir kesim var. Oysa, bugün de benzer eğilimlerden şikâyet ederken, yakın tarihin hadiselerini ideolojik bakış açısıyla kutsamak veya şeytanlaştırmak yerine soğuk kanlı bir yaklaşımla ve o günün şartlarını gözeterek anlamaya çalışmak gerekir.

***

Millî Mücadele zaferle neticelenip nihayet İzmir de kurtarıldıktan sonra Atatürk’e “Artık biraz dinlenirsiniz Paşam, çok yoruldunuz” diyen Halide Edip, şu cevapla karşılaşır: “Dinlenmek mi? Yunanlılardan sonra birbirimizle kavga edeceğiz, birbirimizi yiyeceğiz.” (Türkün Ateşle İmtihanı, 1975, sh. 236)

Kurtuluş Savaşını gerçekleştiren kadrolar arasında cumhuriyetin kuruluşu öncesinde yaşanan keskin siyasi çekişmeler ve daha sonra 1926’ya kadar devam eden tasfiyeler işte bu “öngörü”nün doğrulanması anlamına geliyordu.

Taha Akyol yeni çıkan eserinde (“Neden 29 Ekim?”, Doğan Kitap, 336 sayfa) cumhuriyet rejiminin tesisine giden süreçte yaşananların sağduyulu bir değerlendirmesini ve o günkü Ankara’nın objektif bir panoramasını sunuyor okuruna.

İlk olarak, Birinci Meclis’te Gazi’nin idare şeklinden ve fazlasıyla geniş yetkiler kuşanmasından pek hoşlanmayanların oluşturduğu muhalif “İkinci Grup”, 1923’teki “İkinci Meclis” seçimine sokulmayarak devre dışı bırakılmıştır. Bundan sonra sıra başka bir gruba gelecekti.

Millî Mücadelenin lider kadrosunu oluşturan Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy ve Adnan Adıvar gibi isimler zaferden sonra karşılarında bambaşka bir yapı buldular. Bu dönemde “Çankaya köşküne yakın” birtakım gazetelerde Millî Mücadelenin lider kadrosunu hedef alan çok ağır, hatta hakaret dolu yazılar çıkmaya başlamıştı.

Bunun, vaktiyle Birinci Meclis’in tümünün onayıyla kaldırılmış bulunan saltanatın yerine, tesis edilecek yeni rejimin hangi nitelikleri taşıması gerektiği konusunda beliren fikir ayrılıklarıyla ilgili olduğu bellidir.

Ancak bu dönemde Atatürk ile yukarıda adı geçen silah arkadaşları arasında yaşanan tatsız olayları yalnızca “fikir mücadelesi” olarak tanımlamak yetersiz olur.

***

Peki, “Neden 29 Ekim?” Taha Akyol, kitabının da ismini veren bu soruya başka yerlerde rastlamayacağınız bir cevap veriyor: Çünkü 25 Ekim 1923 günü hiç beklenmedik bir olay yaşanmıştır. Ali Fuat Paşa’nın istifasıyla boşalan Meclis ikinci başkanlığı ve boş bulunan İçişleri Bakanlığı için mecliste yapılan oylamada Gazi’nin istediği adaylar yerine istemediği adaylar seçilmiştir. Üstelik bunu yapanlar Gazi’nin kendi elleriyle seçtiği İkinci Meclis’in üyeleridir: “Milli Kahraman Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın muazzam itibar ve karizmasına rağmen kendi partisi niye muhalif adaylara oy vermişti? Aşırı otorite endişesinden olsa gerek.” (Sh. 17)

Meclisteki “küçük bir gizli muhalif hizbi” suçlayan Mustafa Kemal ise, bunun üzerine “kurmayca bir planlamayla” krizden cumhuriyet çıkardı: “26 Ekim’de Gazi, Başvekil Fethi Bey’i ve bakanları istifa ettirdi, planlı bir hükümet krizi çıkardı. Herkes hükümet kriziyle meşgulken, 28 Ekim akşamı arkadaşlarını Çankaya’ya çağıran Gazi, yarın cumhuriyeti ilan edeceğini açıkladı. Artık başvekili ve bakanları, ‘gizli muhalif hizbin’ etkili olabildiği Meclis seçmeyecek, reisicumhur atayacaktır. Ülkenin adı artık Türkiye Cumhuriyeti’dir.” (sh. 19)

Demek ki meclis ile devlet başkanı arasındaki “yetki” tartışması yeni rejimin yolunu açmıştır. Ancak bu konudaki tartışma yeni değildir; daha Millî Mücadele yıllarında başlamış ve adım adım adım 29 Ekim 1923’e kadar gelip 1924’te fiilen sona erdirilmiştir.

Yetki tartışması dediğimiz konu aslında tesis edilecek yeni siyasi rejimin karakteri konusunda beliren fikir ayrılıklarıdır. Söz konusu fikir ayrılıklarının izlerini meclis zabıtlarında ve gazete arşivlerinde titizlikle takip eden Taha Akyol, özellikle iki konuda eski silah arkadaşları arasında ayrışma olduğunu tespit ediyor. Bunlardan ilki “partili cumhurbaşkanlığı modeli”.

Atatürk’ün yeni rejimin teşkili yolunda ilk önemli siyasi hamlesi “Halk Fırkası”nın kuruluşuydu. Taha Akyol’a göre, Gazi aklındaki inkılapları rahatça yapabilmek için son derece disiplinli bir parti -ve dolayısıyla meclis- oluşturmak ihtiyacı duyuyordu. Öyle ki parti tüzüğüne Genel Başkan ile yardımcıları dışında hiç kimse meclis görüşmelerinde konuşamaz gibi kurallar konmuştu.

Fransız İhtilalini büyük ilgiyle incelemiş olan Atatürk “devrimci cumhuriyet” anlayışını benimsiyordu. Buna karşılık, “demokratik cumhuriyet” yaklaşımını benimseyen Rauf, Ali Fuat, Kazım gibi Millî Mücadele liderleri Atatürk’ün aynı zamanda parti başkanı olmak istemesini sakıncalı görüp, devlet başkanlığının partiler üstü bir makam olması gerektiğini savunuyorlardı. Oysa Atatürk’ün kafasında “partiler” yoktu. Dolayısıyla partiler üstü olması da söz konusu değildi: “Zaferden sonra, Meşrutiyet devrindeki gibi, ortaya çeşitli partilerin çıkacağını sanan Rauf Bey’e göre, parti lideri olması Gazi’yi partiler arası mücadelelerde yıpratırdı.” Sh. 15

***

İkinci anlaşmazlık konusu kuvvetler ayrılığı meselesiydi. Fransız Konvansiyon hükümetini örnek alan Atatürk, yönetimde “kuvvetler birliği”ni benimseyip “kuvvetler ayrılığı”na karşı çıkarken, eski silah arkadaşlarının duruşu bunun tam aksi yönündeydi.

Bu konudaki tartışmalar yalnızca Ankara’nın siyaset koridorlarında yapılıyor değildi. Matbuat aleminde de Hüseyin Cahit Yalçın, Ahmet Emin Yalman gibi kalemler gerek “partili cumhurbaşkanlığı modeli” gerekse “kuvvetler birliği” arayışına karşı uyarılarda bulunuyor, özetle yönetimin otokrasiye -yani tek adam rejimine- dönüşmesi kaygılarını dillendiriyorlardı. Bir sene sonra Takrir-i Sükûn yasasıyla hepsi kapatılacak olan İstanbul gazetelerinde çıkan bu yazıların entelektüel seviyesi dikkat çekicidir. Keza yeni anayasa hazırlıkları kapsamında kurulan komisyonda gündeme gelen anayasa mahkemesi teklifi de dikkat çekicidir. Kanunların anayasa uygunluğunu denetleyecek bir yüksek mahkeme kurulması gibi o gün için çok ileri bir bakışın ürünü olan bu teklifin sahibi ilgili komisyon üyeleri arasında yer alan büyük sosyoloğumuz Ziya Gökalp’tır: “Avrupa’da bile Anayasa Mahkemesi fikrinin pek zayıf olduğu, Türkiye’de hiç bilinmediği bir dönemde Gökalp’in Yüce Mahkeme fikri, yaşadığı çağın çok ilerisinde bir fikirdi. O yüzden ilgi görmedi zaten.” (Sh. 158)

Görüleceği üzere, bundan yüz yıl önce tartışılan ve maalesef bir kısmı dönemin şartları veya siyasi yaklaşımlar yüzünden çözülememiş olarak kalan problemler bizim için de hâlâ tanıdık konular.

Yakın siyasi tarihin derin ayrıntılarına olduğu kadar hukuk alanına da vukufiyeti bilinen değerli meslek duayenimiz Taha Akyol’un büyük emek mahsulü eserini bugünü anlamak için dünü bilmek gerektiğinin farkında olan herkese tavsiye ederim.

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (157)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.