Yaklaşık bin senelik bir hikâyeden söz ediyoruz. Dramatik bir rol değişiminden. 19. asırda İslam dünyasının her yanında hissedilen “zillet” duygusunun Batı dünyasında bin yıl önce yaşanmış muadilinden.
Avrupalı Hristiyanlar 9. yüzyılda “zillet” içindeydiler. İslam inancının mensupları yalnızca iki asır içinde bilinen dünyanın en az yarısına hükmeder hale gelmişler, bu arada eski Roma coğrafyasının neredeyse tamamını ele geçirmişlerdi. Avrupa kıtasında ise başta İspanya yarımadası olmak üzere Korsika ve Sicilya adaları gibi önemli merkezler Müslümanların elindeydi.
Akdeniz “Müslüman gölü” haline gelmişti. İbn Haldun Müslümanların Akdeniz üzerindeki hakimiyetini, mealen, “Hristiyanlar suyun üstünde bir tahta parçası bile yüzdüremez hale gelmişlerdi” diye tarif eder.
Çin’den gelip Avrupa’ya ulaşan kadim ticaret yolları da Müslümanların denetimindeydi. Ticaretin gelişmesi paralelinde bankacılık hizmeti yapan sarraflar, sigortacılık işlevini yerine getiren tasarruf sandıkları gibi ekonomik kurumlar oluşmuştu. Alışverişlerde çek kullanılıyordu.
Sadece uluslararası ticaretin değil, aynı zamanda bilimin, felsefenin, sanatın, yani bugünkü geniş anlamıyla medeniyetin merkezi İslam dünyasıydı.
Avrupalı Hristiyanlar ne iktisadi ve siyasi alanda Müslümanlarla rekabet edebilir haldeydiler ne de kültürel alanda.
***
Bilindiği gibi, sonra her şey değişti. Bu değişimin hangi dinamiklerle gerçekleştiğine önceki günkü yazıda değinmiştik. O yazıda İslamcılık akımının 19. asır atmosferinde Müslümanların içine düştükleri “zillet” halinden kurtulma arayışı olarak ortaya çıktığını da öne sürmüştük.
Müslümanların yeryüzünün ağırlık merkezini oluşturdukları bir çağdan İslam ülkelerinin birer birer sömürge haline geldikleri bir çağa gelinmişti. 19. asır sonunda İslam dünyasında, Osmanlı İmparatorluğunu saymazsanız, bağımsız bir devlet kalmamıştı.
Müslümanların içine düştükleri “zillet” hali işte buydu… İşte bu hale çözüm aranıyordu… Ortaya atılan o çözüm yollarından başlıcası olan İslamcılığa göre Müslümanların öncelikle bir araya gelerek yani güçlerini birleştirerek bu hale karşı mücadele etmeleri gerekiyordu. Ama bunu yapmak için öncelikle geçmiş zamanlardaki İslam toplumlarının tarihî tecrübelerinin tortuları üzerinde biriktiği için özünden uzaklaştığımız İslam’ın temel değerlerini yeniden su yüzeyine çıkarmak zorundaydık. Çünkü Batılı güçlerle aramızdaki eşitsizlik bizim halihazırda sahip olduğumuz dünya ve evren algısının yetersizliğinin sonucuydu temelde…
İslam’ın özünde bulunan ama tarih içinde üstü örtülmüş olan rasyonalizmi yeniden egemen hale getirebilirsek toplumsal kurumların ıslahını sağlayacak yolu da açabiliriz diye düşünüyorlardı İslamcı aydınlar. Ne var ki sahip oldukları iktidar imkanlarını sürdürmek temel öncelikleri olan ve bu uğurda gerekirse sömürgeci güçlerle iş birliği yapmaktan da geri durmayan yönetici kadroların bu konuda çekinceleri vardı. Demek ki aşılması gereken bir diğer engel de İslam dünyasındaki toplumsal statükonun değişmesinden çekinen zorba ve işbirlikçi yönetimlerdi.
İslamcılığın üzerinde oturduğu üç sütunun bir öze dönüş, iki ittihad-ı İslam ve üç istibdat karşıtlığı olması böyle bir çerçevede yeterince anlamlı herhalde…
***
Hasılıkelam, adından da anlaşıldığı üzere dini sahadan başlatılacak ve din gayretiyle sürdürülecek bir modernleşme hareketiydi İslamcılık…
Bu fikir akımının kurucu babalarından sayılması gereken Cemaleddin Afgani “Müslümanları bugünkü gafletlerinden ve güçsüzlüklerinden ancak dinî bir hareket kurtarabilir” diyordu o günlerde.
Fikirleri ve hedefleri çok az anlaşılmış, daha doğrusu çok fazla yanlış anlaşılmış bir fikir ve misyon adamı olan Afgani üzerinde müstakilen duracağız kısmet olursa…