Geçenlerde sosyal medyada bir video “gündem” oldu. Ama her gün herkesin birbirine whatsapp’ten gönderdiği videolardan biraz farklıydı bu. Hiç röportaj vermemesiyle tanınan romancı İhsan Oktay Anar bir YouTuber’ın yaptığı sokak röportajında “evrim teorisi” hakkındaki görüşlerini açıklamıştı.
Romancımız önce “ben bu konunun uzmanı değilim, bu soruyu bir biyoloğa sorsanız daha iyi olur” gibi bir şeyler söylüyor ama bilahare din ve bilimin uzlaştırılmasına ilişkin bir soru gelince galiba dayanamıyor, “ben inanmayı değil bilmeyi tercih ederim” şeklinde bir söz sarf ediyordu.
İşte Anar’ın bu sözü üzerinden kadim “bilmek mi inanmak mı” sorunsalı çevresinde bir tartışma başladı sosyal medyanın okur yazarları arasında. Kimileri pozitivist veya materyalist dünya görüşünün veciz bir manifestosu olarak alkışladı bu sözleri, kimileri de inancın bu kadar kolay reddedilmesine kızdılar.
Mamafih romancımızın bilmek ve inanmak ikilemi bağlamında söylediklerinin doğru anlaşılmadığı kanaatindeyim ben. Sanıldığı gibi “din yalan ve gereksiz” mesajını vermek için sarf etmiş değildir herhalde “ben bilmeyi tercih ederim” sözünü. Nihayetinde biyolojinin konusu olan bir mesele hakkında inancın bilimin karşısına çıkarılmasındaki mantıksızlığa itirazını dile getirmeye çalışmış olmalı. Nitekim Müslüman düşünürlerin tarih boyunca tartışılagelen bu konudaki yaklaşımları da aynıdır.
Çünkü inancı bilimin karşısına veya bilimi inancın karşısına rakip olarak çıkarmak inancın da bilimin de amacını anlamamak demek olur.
***
Bu çerçevede dinî metinlerdeki birtakım sembolik ifadelerin literal okumasına dayalı bir “inanç”, mesajın aslî anlamı gözden kaçırıldığı için, “dine karşı din” üretmenin yolunu açar.
Esas olarak insanın diğer insanlarla ve doğayla ilişkisinin rasyonel ve ahlaki prensiplerini açıklayan ayetlerin bina kolonlarına okunup “depremden korunma” amacıyla kullanılmasının sebebidir böylesi bir “inanç”.
Diğer yandan, çoğunlukla inanmak “aklı dışarıda bırakarak”, akıldan bağımsız olarak girilen bir yol gibi anlaşılıyor. Oysa inanç gönlümüzün ve vicdanımızın olduğu kadar aklımızın ve mantığımızın “kabul”üdür.
“Aklıma uymuyor ama inanıyorum” denebilir mi? Kendi aklına kabul ettiremediğin inanç gerçek inanç olabilir mi?
Demek ki bilerek inanırız. Demek ki bilmek ve inanmak birbirini dışlayan, birbirinden bağımsız işleyen mekanik zihinsel işlemler değil.
“İman” bir bilginin doğruluğundan “emin” olmaktır. Yani inanmak bilmenin bir sonraki adımıdır. İnanmadan bilinebilir ama bilinmeden inanılmaz.
Nitekim Kuran-ı Kerim’de aklını kullananlar muhatap alınır; insanlar aklını kullanarak ilahi mesajı anlamaya çağrılır. Zaten dinî anlamda sorumlu/mükellef olmanın şartı da akıl sahibi olmaktır.
Bu bakımdan, yani aklı esas alma zorunluluğu itibarıyla dinî inanç kurgu ve fantezi anlamındaki inançlardan ayrılır. Allah’a iman dünyanın bir ucunda ejderhaların, kanatlı atların vs. yaşadığına veya uzaylıların dünyayı ziyaret ettiğine inanmak gibi temelsiz bir inanış değil, varlığın özüne ve anlamına dair rasyonel bir çıkarımdır ve öyle olmak zorundadır.
***
Ama şu da var: Sağlıklı olan, olumlu olan “bilerek inanmak” olsa da “bilmeden inanmak” bütün insan topluluklarında inanmanın en yaygın çeşidi. İlahiyatçıların “kocakarı imanı” diye tavsif edip övdükleri sorgusuz teslimiyet değil sadece, sorgusuz teslimiyetlerin hepsi “bilmeden inanmak” kapsamında yer alıyor. Bahse tutuşmuş insanların çoğunda görüldüğü gibi aklımızın ve vicdanımızın söylediğini bastırıp “inat”la savunduğumuz “dava”lar bu kapsamdaki bir inancın nesnesi.
Burada bir tercih söz konusu. Bilmek ile inanmak arasında bir tercih. Yani aklı reddetme, gözünün gördüğünü inkâr etme tutumu.
Ne var ki bunu bireysel hayatımızda pek yapmıyoruz, bu tür tavırları daha ziyade toplumsal hayat içinde benimsiyoruz. Günlük hayatta kişisel çıkarımızı ilgilendiren konularda aklımızı devreden çıkarmaya daha zor razı olurken toplumsal konularda daha kolay yapıyoruz bu türden tercihleri.
Keza siyasi tercihlerimiz de çoğunlukla bilmek ile inanmak arasında yaptığımız tercih üzerinde teşekkül ediyor.
Böylece bir siyaseti ya körü körüne desteklemeyi seçiyoruz ya da rasyonel kriterlere göre kararımızı veriyoruz. İlkinde çoğunlukla mutluluk veren bir sonuç çıkmıyor ortaya ama ikincisi de özellikle bir toplum içinde yaşayan insanlar için tek başına verilmesi zor bir karar olabiliyor bazen.
Yani romancı İhsan Oktay Anar’ın o tartışılan sözündeki gibi bir “tercih” yapmak durumundayız daima.