Günümüz düşünce dünyasının özgün isimlerinden sosyolog ve siyaset bilimci Prof. Ahmet Çiğdem’in yeni kitabını elime alır almaz okumaya başladım ve çarçabuk bitirdim. (“Sadakat Güzergâhı”, Vulgus Yayınları.)
Benzeri fazla olmayan bir şey yapmış Çiğdem: Yetişme yıllarında okuyup dünyaya bakışını belli ölçülerde etkileyen belli başlı eserleri ve yazarlarını ayrı ayrı resmigeçide çıkarmış.
Ama bunu yaparken birçok şey daha yapmış…
Bir dönemin -denebilirse- düşünce tarihinin en azından bir kesitinin sübjektif ve minimal bir derlemesi ve değerlendirmesi de var kitapta, içinde bir neslin kendini bulduğu entelektüel atmosferin kalın fırça darbeleriyle boyanmış az ışıklı tasviri de.
O nesilden biri olarak elbette kendimden de bir şeyler gördüm o resimde. Belki bugünün gençlerine bir şey ifade etmeyen -etmesi de gerekmeyen- birtakım kitapların sayfaları arasında el yordamıyla kendine bir yol arayan çocuklardan biriydim ben de.
Bu yüzden “Sadakat Güzergâhı”nın çıkış noktasındaki deneyimin kişiselliği, okur olarak bendeki kişisel karşılığını hemen buldu. Başka nesildaşlarımız da kitabı okuduklarında muhtemelen benzer şekilde bir duygu ortaklığı göstereceklerdir. Yazarı da diyor zaten “Kitapta ele alınan metinlerin tekil bir tecrübeye tekabül ettiğini sanmıyorum” diye.
Her birimizin bu anlamda kişisel listeleri farklılık gösterebilir aslında ama görüyorum ki Ahmet Çiğdem’in listesinde olanlarla aşağı yukarı aynı kitaplar, demek ki aynı sorular ve aynı cevaplar, çıkmış benim de karşıma. (Yazarımız benden dört yaş büyük.)
Bu bakımdan Ahmet Çiğdem hiçbirimizin yapmadığı bir işi kendi adına yaparak aynı zamanda hepimiz adına da yapmış sayılabilir sanki.
Bir aydın, bir hoca, bir fikir insanı.. yola çıkışında kendisine ana sütü olmuş kitapları vefa hissiyle, saygıyla selamlamış. Ama büyük bölümünü daha lise öğrencisiyken okuduğu eserleri bugünkü donanımıyla ve bugünkü anlayışıyla değerlendirmekten geri durmamış. Bence iyi yapmış.
Kitapta eserlerinden ve fikirlerinden sözü edilen isimler şunlar: Sadettin Elibol, Cahit Zarifoğlu, Sezai Karakoç, Peyami Safa, Cemil Meriç, Ali Bulaç, İsmet Özel, Erol Güngör, Murat Belge, Fazlur Rahman, Şerif Mardin ve Sabri Ülgener.
Kişisel olarak benim de “yolun başında” okuyup az çok etkilendiğim isimler bunların -hepsi olmasa da- çoğu. Gerçi ben kendi adıma dünyayı algılama ve anlamlandırma yolunda bir yön seçerken şiirlerden ve romanlardan daha fazla etkilendiğimi zannediyorum ama bilim ve fikir insanlarının üzerimdeki haklarını da inkar etme nankörlüğünü gösterecek değilim.
En başta kendimize saygımızın gereği olarak, hiçbirimiz yapamayız bunu herhalde. Hatta mümkün olduğunca borcumuzu ödemenin yollarını bulmaya çalışırız. Böylesi bir borcu ödemenin yolu da -hiç değilse- bunlara eleştirel yaklaştığımız noktalarda bile vefa duygusunu terk etmemek olabilir.
Ahmet Çiğdem de zaten bir vefa jesti olarak gençliğinin kitaplarını, yolun başında etkilendiği düşünceleri, denebilirse bu düşünceleri üreten ortamın aktörlerini yeniden sahneye çıkarmış.
Demek ki burada en az otuz yıl öncesinin entellektüel ikliminden söz ediyoruz. Aynı zamanda da yine otuz yıl öncesinin siyasi, sosyal, ekonomik, teknolojik ilah. şartlarında ortaya çıkmış verimlerden.
Gerçi adı geçen eserler bugün de okunuyor, yazarları arasında hayatta olanlar -Allah uzun ömür versin- hâlâ yazıp çiziyorlar ama bugünün dünyası artık başka bir dünya. Tarihin geçmiş asırlardakinden çok daha hızlı aktığı bir çağda yaşıyoruz. Her şey hızla değişiyor. İnsan da toplum da sorunlar da ihtiyaçlar da.
Bazı sorunlar sorun olmaktan çıkmış, bazı çözümlerin çözüm olmadığı -sınanarak- anlaşılmış bulunuyor. Bazı teorik sorunlar ise üzerinde varlık bulduğu sosyal veya kültürel zeminle birlikte yokluğa karıştı artık.
Peki, otuz yıl önce bizim neslin deniz feneri olmuş olan kitaplar ve o kitaplardaki görüşler, yaklaşımlar, çözümlemeler, sorular, cevaplar bugün için ne ifade ediyor? Hangisinin güncelliği devam ediyor, hangisi kendi gününün gerçeklikleriyle birlikte düşünce tarihinin sayfalarında kaldı?
Yani o kitapları o günde bırakmamız mı gerekiyor, bugün de onlardan alacağımız şeyler var mı?
Galiba en doğrusu “Sadakat Güzergâhı” yazarının yaptığı gibi hepsini bugünün anlayışıyla yeniden değerlendirmek. Bir anlamda dünün çözümlerini bugünün eleğinden geçirmek. Eleğin üstünde kalanları geride bırakıp yola devam etmek.
Ancak bu noktada bir mesele daha var: Üzerinde kafa yorulan konulara bakarak bazı kitapların güncelliğini kaybettiğini, çünkü o gün cevabı aranan soruları -yani o kitapların içinde varlık buldukları meseleleri- artık geride bıraktığımızı düşünüyoruz. Haksız da değiliz genel anlamda. Peki ama o kitaplardaki cevapların hepsinin sorularına sahip miydik onları okuduğumuz günlerde?
Bahsettiğimiz kitapların, bu kitaplardaki düşüncelerin bugünkü bize onları ilk okuduğumuz zamandaki bize söylediklerinden daha başka bir şeyler söylemesi mümkün olabilir mi?
O gün okuduklarımızın aslında yanlış sorulara verilmiş doğru cevaplar olması ihtimali var mı?
Ahmet Çiğdem’in “tarihselci İslamcılık” anlayışının babası Fazlur Rahman’dan söz ettiği bölüm bunu düşündürttü bana.
O bölümde anılan “İnanmış Aydının Problemleri” soruşturmasının yayımlandığı dönemde heyecan ve tartışma doğurduğunu hatırlıyorum.
Dönemin önde gelen İslamcı ve milliyetçi aydınlarından bir bölümüne yöneltilen sorulardan biri şuydu: “Bugünkü bazı müslüman düşünürler İslam’ın özünü ve bunun çağımıza yönelik mesajını tam kavrayabilmek için, ‘tarihi’ olanla ‘dini’ olanın tefrik edilmesini, zira birçok ‘tarihi’ şekil veya normun ‘dini’ zannedilmesinin zihni ve sosyal gelişmeyi önlediğini iddia ediyorlar. Siz ne dersiniz?”
Bu soruya o zamanlar bize bazıları sağduyulu, bazıları fiyakalı görünen cevaplar verilmişti. Ancak bugünden bakıldığında, o cevapların da gösterdiği üzere, 1980’lerin kültürel ikliminde tarihselci yaklaşımın tam anlamıyla anlaşıldığını söyleyemeyiz.
“Dini olanla tarihi olanın tefrik edilmesi” derken o zaman anladığımız şey tarihi süreçte birtakım sebeplerle aslında İslam’ın özünde olmayan bazı kültürel unsurların veya dinin yorumlanmasıyla ilgili yaklaşımların dinin kendisi olarak görülür hale gelmiş olmasıydı. Bu sonradan üretilen unsurlar ayıklandığında gerçek İslam’ı bulup ortaya koymuş olacaktık.
Oysa bu yaklaşım dinin özsel bir tanımına sahip olmayı gerektirir.
Ahmet Çiğdem’in yukarıda bahsedilen soruya İsmet Özel’in verdiği cevap vesilesiyle dile getirdiği “Bu eleştiri aynı zamanda İslam’ın bütün tarihsel etmenlerden soyutlanabileceği bir özünün olduğunu varsaymaktadır” şeklindeki tespit çok anlamlı.
O günün Türkiye’sinde Fazlur Rahman’ın fikirlerinin veya metodolojisinin aydınlar katında anlaşılması beklenemezdi. Çünkü mezkur düşünürün cevap önerdiği soru(n)lar Türk İslamcılarının sorunu değildi henüz.
Bugün ise tarihselci yöntem özsel bir din anlayışının reddedilmesi gereğine dayalı olarak bugünün entelektüel problemlerinin çözümü çabaları içinde işlev görüyor artık.
“Çünkü asıl şiirler bekler bazı yaşları” diyor ya Necatigil, bazı fikirler ve bazı kitaplar da bazı zamanları bekliyor belki.