AK Parti’nin Başkanlık rejimine geçiş önerisi ilk gündeme geldiği günlerde, bu sistemin Türkiye’nin idare geleneğine uygun olmadığını yazmış, ülkemizdeki yönetimle ilgili problemin kaynağının parlamenter düzen olmadığını ileri sürmüştüm. Yönetimle ilgili problemin iki kaynağı vardı: İlki, 1982 anayasası ile cumhurbaşkanlarına haddinden fazla yetki tanınmış olması. İkincisi, “eski Türkiye”de milletten yetki alan sivil siyasetin bu yetkiyi başta asker ve yargı olmak üzere bürokratik elitlerle paylaşmak durumunda kalmasına yol açan “vesayet” düzeni.
Aslında, buradan bakıldığında, 2010’dan önceki süreçte Erdoğan’ın yönetim sorunlarının çözümü için -tıpkı daha önce aynı dertten mustarip olan Demirel ve Özal gibi- Başkanlık rejimine geçmeyi önermesi tutarlı görünüyordu. Ama zaten özellikle 2007 sonrasında atılan adımlar ve bu arada 12 Eylül 2010’da yapılan halkoylamasıyla gerçekleştirilen anayasal düzenlemeler bürokrasideki oligarşik bir yapının seçilmişler üzerindeki kontrol ve baskı gücünü bir hayli zayıflattı. Gerçi sonradan anlaşıldı ki adı geçen referandum FETÖ’nün askeriye ve yargı başta olmak üzere devlet kurumlarını ele geçirmesini sağlamıştı. Ama bu durumun sebebi geçmişteki gibi sistemin zaafı değil iktidarın tercihiydi. Ne olursa olsun AK Parti iktidarı o gün itibarıyla “Kemalist vesayet odakları” diye adlandırdığı mekanizmanın devlet yönetimindeki etkisini yok etti. Böylece Başkanlık rejimine geçmeyi ihtiyaç olarak görmeye yol açan en önemli sebep ortadan kalktı.
Buradan yola çıkarak, henüz adına sonradan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denilecek “Türk tipi başkanlık” modelinin mahiyeti tam olarak ortaya çıkmadan önce, 2015’de şu soruyu sormuştum: “Türkiye’deki bürokratik vesayet düzeni artık büyük ölçüde ortadan kalkmış olduğuna göre, Erdoğan’ın başkanlık sistemiyle ilgili talebi hâlâ geçerli ve haklı bir talep mi?”
***
Aynı yazıda o gün uygulanmakta olan “cumhurbaşkanlığı modeli”nin belli başlı özelliklerini de anlatmaya çalışmıştım: “Ayda bir defa Milli Güvenlik Kurulu toplantılarına başkanlık eden, haftada bir başbakanla görüşen, yine haftada bir genelkurmay başkanını ve MİT müsteşarını kabul edip dinleyen… Büyükelçileri, valileri, emniyet müdürlerini hükümetle müzakere ederek belirleyen… Birçok anayasal kurumun ve kurulun üyelerini ve yöneticilerini atayan… Hepsinden önce bakanlar kurulunu tayin eden; hükümeti kurma görevi verdiği siyasetçiyle birlikte kabine listesinin son halini veren... Mecliste yasaların hazırlanması aşamasından itibaren fikrini bildiren, uygun görmediğini onaylamayıp geri gönderebilen… vs… bir cumhurbaşkanı modeli var Türkiye’de.”
Demek istediğim, Türkiye’de zaten hem de jure (yasal) hem de facto (fiilî) olarak bir tür yarı başkanlık rejiminin var olduğuydu. Bu da büyük ölçüde 12 Eylül anayasasının Kenan Evren için özel olarak hazırlanan maddelerinde cumhurbaşkanına verilen aşırı yetkilere dayanıyordu. Ama bir de Erdoğan’ın kişisel siyaset yapma üslubunun ve değişen siyasi şartların etkisi vardı…
2007’deki cumhurbaşkanlığı seçimine yönelik antidemokratik müdahalelere tepki olarak referandumla kabul edilen “cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilmesi” usulünün 2014’den itibaren uygulamaya girişi daha önce hiçbir cumhurbaşkanının -hatta Evren’in kendisinin bile- bu ölçüde kullanmadığı sözkonusu yetkilerin Erdoğan’ın şahsında fiili bir başkanlık modeli olarak tezahürünü sağlamıştı.
***
Bu adı konmamış “yarı başkanlık” düzeninin bile Erdoğan için yeterli görünmeyişinin sebebi Cumhurbaşkanının partisinin yönetimini -hiç değilse resmiyette- bırakmış olmasıydı. Ancak 16 Nisan 2017’de halk oylamasıyla kabul edilen anayasa değişikliğinin sonucu yalnızca “Cumhurbaşkanı seçilenin partisi ile ilişiği kesilir” kuralının kaldırılmasından ibaret değildi. O günlerde çokça yazdığımız gibi, yeni yönetim modeli devlette denge ve denetleme mekanizmalarını ortadan kaldıran, kuvvetler ayrılığı prensibine son veren, iktidarı kişiselleştiren, meclisi göstermelik hale getiren bir mahiyet taşıyordu. Ne dünyada bir benzeri ne de siyaset bilimi literatüründe karşılığı vardı.
Geçenlerde başka bir vesileyle hatırlatmıştım, 16 Nisan referandumuna gidilirken AK Parti sözcüleri bundan sonra kurumların daha hızlı çalışacağını, bürokrasinin azalacağını, ekonominin şahlanacağını vs. vs. ileri sürmüşlerdi, hatta “16 Nisan’dan sonra dünyanın onuncu büyük ekonomisi olacağız” demişti bir bakan. Ne yazık ki kişiye özel hazırlanan ve devlette kurumların yerini şahıslara veren bu model değişikliğinin sonucu vaat edilenlerin tam tersi oldu.
Geçen yılki 24 Haziran seçimi öncesinde bu sütunlarda yeniden parlamenter düzene dönüş vizyonu ortaya koymadıkları için eleştirdiğim muhalefet partileri şimdi mevcut sistemin değiştirilmesi ve bunun için gerekirse referanduma gidilmesini istiyorlar. Yalnızca muhalefet değil, iktidar partisinin kimi sözcüleri de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin revizyonundan söz ediyorlar. Demek ki uygulama bizim gibilerin itirazlarının geçerliğini gösterdi. Umulur ki bu tartışmalar sağduyuyu harekete geçirsin, ülkemizin siyasi ve sosyal şartlarına uygun ve demokratik temelde bir yönetim modeline kavuşalım.