Barolar niye bölünsün?

İbrahim Kiras

Türkiye’deki baroların çoğunda öteden beri sol görüşlü gruplar hâkim. Çünkü diğer kesimler sayısal olarak seçim kazanıp yönetime gelme imkanına sahip değil.

Dolayısıyla buralarda tek sesli bir yapı var. Bu da rahatsızlık konusu. Bugünkü iktidarın baroları parçalayarak yapmak istediği şey de buralarda hâkim durumdaki politik/ideolojik anlayışın dışında kalan kesimlerin de alternatif yapılar oluşturabilmelerinin yolunu açmak.

Bu girişime yöneltilen en makul itiraz ise oluşturulmak istenen düzenin şimdikinden daha politize bir tablo ortaya çıkarma istidadı taşıdığı şeklinde. Her bir siyasi görüşün kendi barosunu kurması sonucunda Dindarlar barosu, Milliyetçiler barosu, Kürtler barosu, Aleviler barosu vs.nin ortaya çıkması bu kuruluşları siyasi partilerin birer şubesine dönüştürecek. Bu da baronun varlık amacını ortadan kaldıracak.

Meselenin bam teli işte burası. Barolar aslında meslek kuruluşu. Avukatların mesleki sorunlarının çözülmesi ve bu çerçevedeki haklarının savunulması başlıca iştigal sahası olmak durumunda. Bunun ötesinde ise ancak ülkedeki yargı sisteminin adalet dağıtma yeterliğiyle ilgili problemler başta olmak üzere yine kendi görev sahalarıyla ilgili konularda bir sivil toplum kuruluşu kimliğiyle önerilerini ve taleplerini dile getirmek, gerekirse baskı gücünü kullanarak çözüm aramak baroların işi olabilir.

***

Oysa Türkiye’de durum böyle değil. Barolar çoğunluktaki üyelerinin eğilimleri doğrultusunda siyasi bir kimlik taşıdıkları ve mevcut siyasi partilerin “meslek kolu” gibi çalıştıkları için asli fonksiyonlarını da yerine getiremiyorlar gerçekte. Keza işçi ve memur sendikalarının, hatta işveren örgütlerinin bile sağcı, solcu diye ayrılmalarında da aynı irrasyonellik hüküm sürüyor.

Tıpkı seçim sandığına gittiğimizde ülkenin veya şehrimizin, kasabamızın “nasıl yönetileceği” değil “kimler tarafından yönetileceği” motivasyonuyla oy kullanmamızda olduğu gibi. Çünkü bizim gibi “bütünleşik olmayan” toplumlarda önemli olan yönetim aygıtının doğru ve verimli işlemesinden ziyade “bizimkilerin” veya “onların” elinde olmasıdır... Bunun da sebebi bütüncül bir millet kimliğinin benimsenemeyişidir.

Avukat birlikleri demek olan barolar tanım gereği sivil toplum unsuru. Ancak problem şu ki bizde sivil toplum yok. Modern dönemlerde politik toplumdan yani devlet alanından ayrı olan toplum unsurlarını ifade etmek için kullanılan sivil toplum kavramını Hegel “ailenin üstündeki devletin altındaki alan” diye tarif ediyor.

Ancak organize bir toplum alanıdır burası. Sendikalardan sanayici ve tüccar birliklerine, esnaf odalarından dini kuruluşlara, üniversiteden basına, özel amaçlı dernekler ve vakıflardan spor kulüplerine ve bilim, sanat kuruluşlarına kadar kendi zümrelerine ait “özel amacı” ve “özel çıkarı” olan yapıların tamamı hep bu alanın içindedir.

Bu özel amaçlar ve özel çıkarlar, hukuk denetimi altında demokratik düzenin gelişmesinde hayati bir rol oynarlar. Çünkü sivil toplum bir anlamda politik toplumdan yani devletten ne istediğini bilen zümrelerden oluşur. Rasyonalite egemendir burada. Rasyonel olmayan, çıkara dayanmayan ilişkiler aile alanında kalmıştır.

***

Merkezi krallıklar devrinde bile aynı zamanda güçlü bir aristokrasiye ve zengin bir kilise teşkilatına sahip olan Batı Avrupa toplumlarında önce özerk şehir yönetimlerinin sonra burjuvazinin ortaya çıkışı ve giderek milli devlet modelinin yaygınlaşması bugünkü manada sivil toplumu hazırlayan tarihî faktörler. Bizim tarihimizde ise ne aristokrasi ne de ruhban sınıfı bulunmadığı gibi “devlet alanı” haricinde bir başka özerk toplumsal alanın mevcudiyetinden söz etmek de zor.

Modernleşme döneminde de hem bu tarihî miras dolayısıyla hem de cumhuriyetin kültürel inkılaplarının hemen ardından 1950’lerden itibaren yaşanan hızlı sanayileşme ve çarpık şehirleşme yüzünden toplumsal yapının maruz kaldığı sağlıksız transformasyon güçlü bir sivil toplumun oluşumuna izin vermedi.

Bugün Türk toplumunun yapısı altta çok geniş bir aile alanıyla üstte çok geniş bir devlet alanından ibaret neredeyse. Aile alanı derken biyolojik akrabamızla ilişkilerimizden ziyade kültürel çevre aidiyetini kastediyorum. İdeolojik angajmanların, siyasi parti taraftarlığının, hayat tarzı hassasiyetlerinin veya hemşerilik, aşiret, cemaat vb. mensubiyetlerinin oluşturduğu “küçük grup” aidiyetleri, milli kimlik ve vatandaşlık bilinci demek olan “büyük grup” aidiyetinin önünde yer alıyor. Bunun bir sebebi de kolektivist kültürün gereği olarak bireysel kimliklerin küçük grup kimliği içinde önemsizleşip etkisizleşmesi. Dolayısıyla birbiriyle irtibatsız ve birbirine kuşkuyla bakan “mahalle”ler var Türkiye’de ama gerçek manada toplum yok.

Avukat birliklerinin parçalanması girişimi bu yüzden çok da tuhaf görünmüyor.

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (46)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.