Ömer Seyfettin’in meşhur And hikayesi, “Ben Gönen’de doğdum” diye başlar ve devam eder: “Yirmi yıldan beri görmediğim bu kasaba hayalimde artık seraplaştı. Birçok yeri unutulan eski, uzak bir rüya gibi oldu. O zaman genç bir yüzbaşı olan babamla her vakit önünden geçtiğimiz çarşı camiini, karşısındaki küçük, harap şadırvanı, içinde binlerce kereste tomruğu yüzen nehirciği, bazı yıkanmaya gittiğimiz sıcak sulu hamamın derin havuzunu, şimdi hatırlamaya çalışırım. Fakat beyaz bir nisyan dumanı önüme yığılır. Renkleri siler, şekilleri kaybeder... Pek uzun gurbetlerden sonra vatanına dönen bir adam doğduğu yerin ufkunu koyu bir sis altında bulup da sevdiği şeyleri uzaktan bir an evvel göremediği için nasıl mahzun olursa, ben de tıpkı böyle meraka, sabırsızlığa benzer bir elem duyarım.”
Gönen’den uzakta olduğum için o eleme benzer bir elemi ben de duyuyorum şimdi. Hayır, aslında Gönenli değilim ama ailem 15 yıldır o güzel kasabada yaşıyor. Bir mecburiyetten dolayı değil, çok sevdikleri için oraya yerleştiler. İstanbul’da artık bulunamayan bazı şeyleri orada buldukları için belki.
Bu durumda ben de Gönenli sayılır mıyım acaba? Üstelik babamı geçen hafta orada toprağa verdim. 15 yıldır Gönen’de yaşayan babam şimdi Gönen’in toprağında yatıyor.
***
Babalar çocuklarının kahramanıdır. Çünkü doğal rol modellerimizdir onlar bizim. Bu yüzden herkesin babası hayattaki olumlu değerlerin temsilcisidir çocuklarının gözünde. Dürüsttür, merttir, çalışkandır, merhametlidir…
Benim babam da öyleydi bana göre. Ama başkalarına göre de öyleydi. Önemli olan da bu galiba.
Dindardı. Kendiliğinden ve doğal bir şekilde dindardı. Ailede edinilen bir kimlik olarak değil, kişisel yönelimiyle tercih ettiği bir yol olmasına rağmen bu dindarlık çok sade, çok düz, çok gürültüsüzdü.
Ben kendi adıma öyle bir dindarlığı hiç yaşayamadım ama dine galiba hep babamın durduğu yerin penceresinden baktım. İlk önceleri insiyaki şekilde, sonraları bilinçli olarak.
Tarihe ilgim de çok küçük yaşlarda babamın mütevazı kitaplığındaki Cevdet Paşa ciltlerini karıştırarak başladı. Osmanlıca okumayı da ondan öğrendim. Henüz ilkokuldaydım, bir gün sokakta oynarken yerde rüzgarın savurduğu birkaç sayfa dikkatimi çekti, baktım Kuran yazısı… Hemen etrafa dağılmış sayfaları toplayıp telaş içinde babamın yanına koştum. “Baba!”, dedim heyecanla, “Birileri Kuran’ı yırtıp sayfalarını sokağa atmışlar!” Elimdeki sayfaları alıp baktı, “Kuran değil bu” dedi, “Türkçe bir roman.” “Nasıl yani?” diye sordum şaşkınlıkla. “Eskiden Türkçe Arap harfleriyle yazılırdı, Osmanlıca diyorlar bu yazıya. Bu sayfalar da o devirden kalma bir kitaptan” diye açıkladı. “Peki sen nasıl okuyabiliyorsun” dedim. “Türkçe bilen herkes kolayca okuyabilir” diye cevap verdi. “Sen de okuyabilirsin” diye ekledi.
Daha önce bütün yaşıtlarım gibi ben de mahalle camiinin hocasından elifba okumuş, Kuran kıraatını iyi kötü öğrenmiştim. Yani eski harfleri biliyordum. Sokaktan toplayıp getirdiğim sayfalardan birinin üzerinde birkaç kelimeyi okudu babam, Arap alfabesinde bulunmayan iki üç harfi de gösterdi, oracıkta Osmanlıcayı söktüm.
Yıllar sonra üniversiteye başladığımda öğrenci bursu veren bir vakfa başvurdum. Mülakata çağırdılar, yaşlıca bir beyefendi “Edebiyat bölümünü kazanmışsın ama bu işler zordur. Öncelikle eski yazıyı bilmen gerekir” dedi. Galiba bursu vermemek için gerekçe bulmaya çalışıyordu. “Eski yazıyı biliyorum” dedim hemen. “Nereden öğrendin” diye sordu biraz hayretle. “Babam öğretti” dedim. O nerden öğrenmiş diye sorgulamaya devam etti beyefendi. “Bilmiyorum, herhalde hocalarından öğrenmiştir” dedim. Cevabım nedense muhatabımın hoşuna gitmemiş göründü. Netice itibarıyla bana burs çıkmadı.
Sonra düşündüm, sorulan sorulara ukalaca cevaplar vermiştim. Ama başka türlü davranmak elimden gelmiyordu o zamanlar.
Çünkü rahmetlinin sürekli ikazlarına rağmen tevazu mesleğine bir türlü intisap edemedim. Bunun zararlarını da çokça gördüm.
Oysa babam insanların hatalarını, kusurlarını eleştirmemden hoşlanmazdı. Bu yanımı törpülemeye çalışırdı sürekli. “Aşağıya bakma, yukarıya bak” derdi hep. Yani sana göre eksikleri olanlara değil, senden üstün olanlara bak… Onlara bakarak kendi eksiklerini gör...
Gençliğimde bu öğüdü pek tutamadım. Cahillerin cüretine, kifayetsizlerin ihtirasına tahammül gösteremedim. Ancak son zamanlarda dilimi tutmaya çalışıyorum. O da artık ne kadar tutabilirsem…
***
Çocukken dünyanın en güçlü adamı olarak gördüğüm babamın aslında bünyesi zayıftı, sıkça hastalanırdı. Akciğerlerinde çocukken geçirdiği bir hastalığın izleri vardı çünkü. Son zamanlarda başka sağlık problemleri de yaşadı. Ama annemin ve kardeşlerimin ihtimamı, Prof. Ömer Göktekin gibi hâzık hekimlerin yardımı sayesinde hepsini atlattı. 85 yaşına kadar hayata tutundu.
Gerçi annelerin ve babaların yaşı olmuyor. Hangi yaşta olursa olsunlar varlıkları da yoklukları da aynı duyguları yaşatıyor çocuklarına. Ama kabul etmek lazım ki büyüklerimizin yaşlılığını görmek de güzel bir teselli. Allah sıralı ölüm versin duası çok anlamlı bir dua.
Bir teselli de böyle zamanlarda yalnız olmamanız. Bütün süreç boyunca KARAR.’daki arkadaşlarım yanımda oldular. Başta gazetemizin sahibi Mehmet Aydın olmak üzere hepsine ailem adına yürekten müteşekkirim. KARAR.’ın okurları da arayıp sorarak, mesaj atarak, mail yazarak, bizi dualarına katarak acımızı paylaştılar. Arkadaşlarımız, dostlarımız, ahbabımız kan bağından daha güçlü bir duygunun oluşturduğu büyük bir aile olduğumuzu yeniden hissettirdiler. Hepsine hayırlı, huzurlu, sağlıklı, uzun ömürler diliyorum.