Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerinin başından beri hep sıkıntılı olduğunu bilmeyen yok. Bu bakımdan bugünlerde yaşanan sorunların aslında ufak tefek siyasi anlaşmazlıklardan kaynaklandığını, istenirse bir çırpıda çözülebileceğini düşünmek yanlış. Ancak bizim “Avrupa camiası ile” ilişkilerimizi AB üyeliği konusuyla sınırlamak çok daha büyük bir yanlış.
Türkiye her şeyden önce bir Avrupa ülkesi. Avrupalı öbür ülkelerin kendi aralarında kurdukları birliğe bizi dahil etmek istemeyişleri bu gerçeği değiştirmiyor.
Nitekim başlangıçta Avrupa toprakları üzerinde kurulmuş olan, Ortadoğu’daki topraklarını anacak 16. yüzyıldan sonra elde etmiş olan Osmanlı İmparatorluğu da son devirlerinde Avrupa’daki bloklaşmaların dışında bırakılmaya çalışılmış ama sonradan bu dışlamanın sürdürülemez olduğu ortaya çıkmıştı. İngiltere ve Fransa’yla birlikte Ruslara karşı yaptığımız Kırım Savaşı’nın ardından 1856’da imzalanan Paris Antlaşması’nın maddelerinden biri Türkiye’nin Avrupa devletler topluluğunun bir üyesi kabul edilip toprak bütünlüğü ve bağımsızlığının Avrupa devletlerinin ortak garantisi altına alınmasına ilişkindir. Paris Antlaşması’ndan birkaç ay önce Islahat Fermanı’nın ilan edilmiş olması da kuşkusuz tesadüf değildi. Ama konumuz bu değil şimdi.
***
Avrupalılar bize karşı çok fazla sempati besliyor sayılmazlar. Ama birbirlerine duydukları sevgi de bize duyduklarından çok daha güçlü değil. Muhakkak ki bizim Müslüman oluşumuz veya Osmanlı asırlarında yaşananlardan onların kolektif hafızasına intikal etmiş olan hatıralar bize biraz daha mesafeli bakmalarına yol açabilir. Ama eski kıtada Protestanlarla Katolikler arasında yaşanan savaşlar olsun, Latinlerle Germenler arasında veya Cumhuriyetçilerle monarşistler arasındaki savaşlar olsun, bizimle yaptıklarından çok daha kanlı ve düşmanlık üreten savaşlardır bunların hepsi.
Uzak geçmişi bir kenara bırakalım, yakın tarih de aynı şeyi söylüyor: Birinci Dünya Savaşı’nda biz de savaşın bir tarafıydık ama müttefiklerimiz de Avrupalıydı. Bizim katılmadığımız İkinci Dünya Savaşı’nda ise toplam 60-70 milyon insan öldü. Bunların çoğu Avrupalı milletler arasındaki çarpışmalarda hayatını kaybedenlerdi.
Esasen yüzyıllardır birbiriyle boğuşan ve bu son savaşta karşılıklı husumet duyguları doğal olarak zirveye ulaşmış olan Almanya ve Fransa’nın Avrupa Birliği çatısı altında birleşme iradesi gösterebilmeleri az bir şey değildir. Her iki ülkenin de kendi istikbali uğruna maddi ve manevi bazı ciddi fedakârlıklarda bulunmasını gerektiren böyle bir proje içinde yer almaya kendi toplumlarını da ikna edebilen devlet adamlarının başarısı küçümsenemez.
***
Türkiye ekonomik ve siyasi hedefleri itibarıyla ne olursa olsun Avrupa camiası içindeki ilişkiler ağının içinde olmak zorunda olduğu için Avrupa Birliği’ne daha ilk günden katılma arzusu gösterdi. Ancak bu birlik özellikle Almanya ile Fransa için bir ekonomik birlikten çok daha fazla anlamları olan siyasi bir projeydi ve Türkiye’nin bunun içinde yer almasını zorlaştıran iki temel faktör vardı. Biri Müslümanlığımız ve Türk kimliğinin etnokültürel olarak Avrupa’dakinden farklı bir gelişim çizgisinden geliyor olması. AB’nin hedefleri arasında kültürel anlamda homojenite yaratmak da olduğu için, hatta bu projeyi Hıristiyan birliği olarak yorumlamak isteyen muhafazakâr kesimler de bulunduğu için dinimiz ve dilimiz bir engel olarak önümüze çıkartılabildi.
Ama aslında bundan daha da önemli olan diğer faktör ise Türkiye’nin o dönemde ABD ile fazla içli dışlı görünmesi, hatta birlik projesini kontrol altında tutmak isteyen Washington’ın “Truva atı” olarak değerlendirilmesi. Avrupalıların çoğu Irak işgali sırasında yaşanan “Tezkere krizi”ne kadar bu görüşlerini korudu. (Tam üyelik müzakerelerinin kapısının açılması tam da bu tarihten sonradır.)
Elbette bu iki gerekçe de Avrupa ile kıyaslandığında devasa nüfusuyla dikkat çeken Türkiye’nin ekonomik gelişmesinin ve siyasi sisteminin Avrupa Birliği üyeliğine uygun olup olmadığı meselesinin ciddiyetini ortadan kaldırmıyor. Hiç değilse ilk başlarda bunun da ciddi bir engel olduğunu söylemek lazım. Ancak Türkiye’nin milli çıkarının ve bu arada gerçek hedefinin de zaten AB üyeliğinden ziyade Avrupa ile ilişkilerin güçlü tutulması ve ayrıca üyelik konusunun ülke içindeki sosyal ve siyasi reformlar için “çıpa” olarak kullanılması olduğunu belirtelim…