İki ülkenin de eşit haklara ve özerk yönetimlere sahip “Sovyet cumhuriyeti” oldukları yıllarda -daha önce Azerbaycan Türklerinin çoğunluğu teşkil ettikleri- Dağlık Karabağ bölgesi Ermeni nüfus göçüne maruz kalmıştı. Dahası, 1920’lerden 1990’a kadar (yani Sovyet döneminde) Azerbaycan muhtelif vesilelerle sürekli Ermenistan lehine toprak kaybetmiştir. Buna rağmen Erivan yönetiminin toprak talepleri sona ermiyor bir türlü. Hem tarihî realite olarak hem de uluslararası hukuk bakımından Azerbaycan toprağı olan Karabağ’ın işgalini sona erdirmeye ise hiç niyeti yok.
(Benzer bir durum Gürcistan’da da yaşanmakta ve bu ülkedeki -Çarlık devrinin sonlarında başlayan göçlerin sonucu olan- Ermeni nüfus dolayımında süregiden Erivan-Tiflis gerilimi Ruslar açısından Kafkaslardaki politik enerjileri dengeleyici bir rol oynamaktadır.
Bu tablo elbette Rusların Ermenileri diğer komşularından daha fazla sevmelerinin değil, jeostratejik ve jeopolitik gerekçelere istinaden atılan adımların sonucudur.)
Sovyetlerin dağılma sürecinde Azerbaycan’ın -ve Gürcistan’ın- bağımsızlık ve büyük ölçüde Türkiye üzerinden dünyaya açılma eğilimi göstermesi karşısında Rusya bir dizi önlem aldı. Bu çerçevede Azerbaycan’a karşı da elindeki “Ermeni kartını” (Ermenilerin Karabağ’la ilgili eski emellerini) masaya sürdü. Erivan’ı “Merak etme, arkandayım” diye teşvik ederken Bakü’ye ise “Saldırgan komşunu ancak ben durdurabilirim” mesajı veriyordu.
Rusların eskiden beri başarıyla uyguladıkları “unsurları çatıştırma” politikası yine her zaman olduğu gibi iki komşu ülkenin insanlarının acıları üzerinden Moskova’nın çıkarlarını güvencede tutacaktı.
HHH
Buna karşılık, Türk dış politikasının birkaç “sabite”sinden biri Azerbaycan’la her konuda ve her şart altında dayanışma içinde olmaktır.
1990’da dönemin cumhurbaşkanı Özal’ın -herhalde Rusları kuşkulandırmamak için- sarf ettiği talihsiz “Onlar Şii, biz Sünniyiz” sözünden beri öyle. Ermenistan’ın toprak taleplerini protesto etmek üzere Baku’de başlayan gösterilerin şiddetlenmesi üzerine “Ermenileri korumak için” Azerbaycan başkentine giren Rus ordusunun yüzlerce Azerbaycanlıyı öldürmesi karşısında söylemişti bu sözü.
Aynı konuşmasındaki “Sovyetler Birliği’ndeki Türkçe konuşan ya da Müslüman gruplara karışmak istemeyiz” sözlerinin de gösterdiği üzere Ruslara “iç işlerinize karışmayız” mesajı vermek isterken böyle bir gafa imza atan Özal yanlışını hemen anlamış ve hatta bir süre sonra Karabağ’ın işgali dolayısıyla bu sefer “Ermenistan topraklarına iki üç bomba düşse ne olur” sözleriyle dikkat çekmişti.
Ancak ne olursa olsun, Özal’ın iyi bildiği ve elinden geldiğince uygulamaya çalıştığı bir dış politika ilkesi vardı: Hem bölgesel hem de küresel zemindeki siyasi bloklaşmalarda Rusya ile aynı cephede yer almamıza ‘jeopolitik’ müsaade etmez. Bunun için geleneksel Türk dış politikası Rusya ile siyasi ve askeri anlamda karşı karşıya gelmekten kaçınmayı ama potansiyel tehditlerin farkında olarak ortak çıkarlara sahip olduğumuz güçlerle bir arada durmayı öngörür. Ticari ve ekonomik alanlarda ilişkilerin geliştirilmesi ama bu ilişkilerin bağımlılığa dönüşmesini engellemek için de Batı ittifak bloğundan uzaklaşmamanın önemi hep gözetilmiştir bugüne kadar.
Ne var ki son zamanlarda özellikle Suriye’de batılı müttefiklerimizden ayrı yerlere düşmüş olmanın ve bu arada Washington’la aramızdaki güvensizliğin giderek artışının sonucu olarak Moskova ile belirli alanlarda işbirliğine yönelik “konjonktürel hamle” neredeyse yapısal bir nitelik kazanma yoluna girdi. Üstelik bunun ideolojik çerçevesi de çabucak tahkim edildi. “Rusya ile işbirliği politikası” Türkiye’nin ezeli ve ebedi “Kızılelma”sı, değişmez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez anayasası gibi savunulur oldu.
Batı dünyasıyla ilişkileri onarmaya yönelmek mevcut gidişat içinde “siyaseten riskli” göründüğü için Türkiye’nin dış politika prensiplerine aykırı işler yapıldı. Bu arada Türk toplumunda çok uzun zamandır Amerika’ya veya genel olarak Batı dünyasına karşı biriken tepki ve öfke üzerinde siyasi sörf yapmak imkânı da değerlendirildi.
Ne var ki atalarımızın “Ayıdan post, Moskoftan dost olmaz” diyerek ifade ettikleri tarihî/jeostratejik realite bir kere daha kendini gösterdi. Avrasyacı fantezilerimizin karşılıksız olduğunu bizzat Ruslar yeniden hatırlattılar bize.
Ama daha bu senenin başında İdlib’de 33 askerimizin şehadetine yol açan saldırının faili olan Rusya ile ilişkileri “Avrasyacılık” diyerek neredeyse futbol kulübü taraftarlığı psikolojisi içinde savunmaya devam edenler, Ermenistan ordusu aracılığıyla Türkiye’nin Kafkaslardaki milli çıkarlarını hedef alan Moskova’ya toz kondurmamaya devam edecekler mi acaba?