Önceki gün Hürriyet’in Pazar ekinde Prof. Bozkurt Güvenç’le yapılan röportaj ilgimi çekti. Gazetenin “Biz kimiz, nereden geldik nereye gidiyoruz sorularını yöneltmek için önemli bir otorite” diye takdim ettiği ünlü mü ünlü profesörün milli kültür ve kimlik konularında bugüne kadar yazdıklarında hiçbir özgünlük bulamamış olsam da söz konusu problematik özellikle son günlerde ilgi alanımda olduğu için röportajı okumaktan geri durmadım.
Hocamız birçok çevrede itibarı olan bir isme sahip. Öteden beri kimlik, kültür gibi konularda “otorite” kabul ediliyor. Ciddi yayınevleri basıyor kitaplarını. Ana akım medyaya röportajlar veriyor, üniversitelerde konferanslara çağrılıyor, hatta devlet kademesinde önemli görevler üstleniyor.
Ne var ki uluslararası literatüre geçmiş bir görüşü, bir tespiti veya tezi mevcut değil “otorite”mizin. Ciddi bir yayında herhangi bir kitabına veya makalesine referans verildiğini gören yok. Diyeceksiniz ki eserleri İngilizce yayımlanmadığı için dünyada değeri fark edilmeyen bilim adamları ve düşünürler yok değil. Haklısınız ama bunların bile büsbütün ihmal edilmesi mümkün değil; bu bir. İkincisi, Türkçe literatürdeki durum da üç aşağı beş yukarı aynı zaten.
***
Bir akademisyenin kendi çalışma sahasında yer alan problemlere ilişkin neredeyse özgün hiçbir şey söylemeden “otorite” olabilmeyi başarmasını sadece “birader dayanışması” olgusuyla açıklamak yeterli olmasa gerek.
Aslında Prof. Güvenç’in yaptığı iş bir tür uzlaştırıcılık. Sözünü ettiğim röportajda da var bu tavır… Atatürk, diyor, kimlik politikalarının uygulanmasında yanlışlar yaptı ama bunların yapılması gerekiyordu… Şimdi konuyu böyle koyduğunuzda hiçbir şey söylemiş olmuyorsunuz ama hem Atatürkçüleri hem de Atatürk karşıtlarını eşit şekilde memnun ediyorsunuz. Birini Atatürk yanlış yaptı dediğiniz için, diğerini ne olursa olsun gerekeni yapmaktan imtina etmedi dediğiniz için memnun ediyorsunuz.
Bugün toplumumuzdaki etnik kimlik, milli kimlik, dini kimlik vb. konularında yaşanan kafa karışıklığı ve marazi tartışmalar gündeme geldiğinde cevap olarak “önemli olan insan kimliğimiz” diyen kişi bir din adamı olsa anlaşılır ama bir sosyal bilimcinin ağzında bu söz fazlasıyla anlamsız kalıyor.
Keza gençliğinde ada vapurunda Rumca konuşan çocuklara “vatandaş Türkçe konuş” ikazında bulunduğunu, özetle “doğru değildi ama yanlış yapmadım çünkü öyle eğitilmiştik ama o eğitim de gerekliydi” anlamına gelecek ifadelerle nakletmesi bir başka başarılı “uzlaştırıcılık” örneği…
Ama bunun adı bilim değil, tefekkür değil, aydın tavrı hiç değil. Bunun adı pejoratif anlamıyla politika… Ben biraz daha kibar olsun diye uzlaştırıcılık diyorum… Neticede yukarıda kaynağını sorgulamaya çalıştığımız “başarı”yı açıklayan kişisel yetenek bu.
***
Hem Ecevit’in -şimdiki Kültür Bakanlığı makamına denk gelen- Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı’nı hem Demirel’in Cumhurbaşkanı Başdanışmanlığını yapabilmesi bu yeteneğiyle ilgili olmalı muhtemelen ama bu yetenek bir kişiye hayatta birçok kapıyı açabilse de bilimsel otorite olmayı sağlaması zor.
Şaka bir yana… Türkiye’de epeydir tartışılan bir kimlik (ve kültür) meselesi var. Bu konuda Gökalp’ten başlayarak Mümtaz Turhan’dan Kemal Karpat’a, Mehmet İzzet’ten Niyazi Berkes’e, Şerif Mardin’den Erol Güngör’e birçok sosyal bilimcimiz Türk milli kimliği ve kültürü üzerine özgün görüşler ileri sürmüşler ve bu problemin çözümü (yani anlaşılması) için kendilerince birtakım açıklama modelleri önermişlerdir. Bugün de gündemdeki yeri pek değişmemiş olan milli kültür ve milli kimlik konularına ilişkin özgün çalışmalar üreten değerli bilim adamlarımız var. Buna karşılık uluslararası literatürde de yankı bulmuş bilimsel çalışmalara imza atan mesela Türkiye’nin Kimlikleri yazarı Şener Aktürk gibi genç akademisyenlerimize gösterilmeyen itibarı ne yazık ki bu konuda hiçbir özgün tezi olmayan isimlere fazlasıyla gösteren bir toplumsal ortam var.
Atın önüne et, itin önüne ot koyma yaklaşımı…
İşin daha da vahim yanı şu: Yalnızca belirli bir konuda ve belirli bir alanda gözlemlediğimiz bu durum ne yazık ki toplum hayatının her alanında geçerli bir sorun.
Bilhassa siyaset sınıfına karşı ileri sürülen liyakat, ehliyet, toplam kalite vs. taleplerinin ifade ettiği hedefler bağlamında akademik kalitenin de “bizim mahallenin akademisyeni” yaklaşımından bağımsız gelişemeyeceğini görmek lazım.