Bugün Batı Avrupa ülkelerinde din -veya hiç değilse kurumsal din- neredeyse tamamen toplumsal hayattan çekilmiş durumda. Özellikle İngiltere, Fransa, Hollanda, Almanya ve İskandinav ülkeleri Hristiyanlığa ait değerleri ve adetleri hayatlarından çıkarmış gibiler.
Bunlar -Fransa dışında- vaktiyle Roma Kilisesine baş kaldırıp Protestanlığı benimsemiş olan -ve çoğunlukla Germen kökenli nüfusa sahip- ülkeler. Latin kökenine ve kültürüne daha yakın olan Fransızlar gerçi Protestan olmadılar ama hem Katolik-Protestan savaşında ikinci blokta yer aldılar hem de 1789 ihtilaliyle Katolik Kilisesi’ne en büyük darbeyi indirdiler.
Ancak Protestanlığın yanı sıra başka bir ortak özellikleri daha var bu ülkelerin: Burjuva sınıfının ortaya çıktığı ve kapitalist sosyoekonomik modelin filizlenip geliştiği topraklar bunlar. (Fransa bu hususta da kervana nispeten geç katılanlardan.) Burjuvazinin bu toplumların yalnızca üretim modellerini değil, düşünme şekillerini de devrimci biçimde değiştirdiği hatırlanırsa rasyonalizmin hakimiyeti altında geleneksel dinî dünya görüşünden kopuşun izahı kolay.
Diğer yandan toplumların genelinde refah seviyesinin yüksekliğiyle maneviyat eğilimlerinin ters orantılı geliştiğine dair yaygın görüşü de az çok doğrulayan bir tablo var burada.
Ne var ki sadece dindarlığın zayıflaması, Kilise’nin gücünün azalması ve bireylerin ateizme yönelmesi değil karşımızdaki tablo. Aynı zamanda din karşıtı literatürün giderek kabarması ve Ateist söylemin agresyonunu artırması da söz konusu. Mesela İngiltere’de neredeyse her Allah’ın günü ateizmi savunan yeni bir kitap veya makale çıkıyor; TV’lerde en fazla ilgi çeken programlar bu konunun tartışıldığı yayınlar oluyor. Bu çerçevede “Ateizm dininin peygamberi” gibi görülen Richard Dawkins, en parlak temsilcilerinden olduğu evrimsel biyoloji alanındaki çalışmalarıyla değil, din karşıtı kitapları, makaleleri ve TV programlarıyla tanınıyor. Amerika’da nasıl TV’leri “tele vaiz”ler işgal ediyorsa başta İngiltere olmak üzere Avrupa ülkelerinde Ateizm şampiyonları aynı işi görüyorlar. Hatta sanki bir seçim veya referandum kampanyası yürütülüyormuş gibi, belediye otobüsleri de dahil olmak üzere kamusal mecraları kuşatan ilanlar bile veriliyor, “tanrı yok, inanmayın, keyfinize bakın” diye…
***
Şimdi… dinin toplumsal ve entelektüel gücünün her geçen gün azaldığını gördüğümüz bir coğrafyada agresif bir ateizmin ve din düşmanlığının yükselişi çelişkili değil mi? Dinin ve dinî dünya görüşünün “tehlike” olmaktan giderek uzaklaştığı bir zeminde din düşmanlığının veya hiç olmazsa din karşıtı neşriyatın artması bence ilginç. Bu paradoksal durumun izaha ihtiyacı var ama benim görebildiğim kadarıyla Ateist literatürde başka problemler de var.
En başta evrensellik iddiası… Aşağı yukarı Aydınlanma Çağı’ndan beri Hıristiyan itikadının belli başlı unsurlarına yöneltilmiş olan tenkitler bütün dinleri ilgilendiren mutlak standartlar olarak sunuluyor ki bu düpedüz Avrupa’nın en ciddi hastalıklarından biri olan Batı-merkezciliğin bir ifadesi. Mesela doğa bilimleri alanındaki mevcut bilgi birikimimize aykırı kabulleri olan Katolik Kilisesinin veya Evanjelik Protestanlığın durumunu dünya üzerindeki bütün dinlere şamil saymak bilgisizlikten kaynaklanmıyorsa ahlaklı bir tutum değil.
İkincisi, tarihi süreçte bilim ve felsefe alanında gerçekleşen gelişmelerin ve değişen anlayışların dindar insanların veya din bilginlerinin dinî kavramları yorumlayışları üzerinde etkisinin olmadığını var saymak makul değil. Zira dinin temel kuralları ve inanç esasları hiç değişmese de bunların toplumsal hayat içinde uygulanma biçimleri ve hatta anlamları değişen şartlara bağlı olarak değişebiliyor. Nitekim tek tanrılı dinlerin mensupları arasında bile tanrı tasavvurunun tarihî süreç içinde giderek antropomorfik nitelikten uzaklaştığını gözlemleyebiliyoruz. Ortaçağ Hristiyanlarının gökte, bulutların üzerinde oturan uzun sakallı yaşlı bir adam olarak hayal ettikleri tanrı figürünün bugünün eğitimli Hıristiyanları için aynı derecede temsil gücü taşıdığı söylenemez herhalde. Kuşkusuz Hristiyan mezhepleri arasındaki Kutsal Kitabın literal okumasını esas alan görüşe benzer şekilde Müslümanlar arasında da Allah’ın gökyüzünde oturduğu, eli olduğu gibi mecazi ifadeleri gerçek sayan bir eğilim vardır ama bu anlayış İslam toplumlarında daima marjinal konumda olmuştur.
***
Felsefi anlamda Ateizm yani tanrıtanımazlık aslında yeni değil, tarih boyunca hep var olmuş bir görüş. Eski Yunan felsefesinden beri izleri sürülebilen bir eğilim. Zaten esas olarak var olma ve bilme sorunlarını çözme arayışındaki felsefenin tanrı konusuyla ilgilenmemesi düşünülemez. Haddizatında filozofların metafiziğe ilişkin görüşlerinin çoğu zaman dinlerin vazettiği anlayışla çeliştiği veya çatıştığı da doğru. Ama Batı felsefe geleneği içinde bugünkü anlamda Ateizm sayılabilecek güçlü bir damardan söz etmek zor.
Elbette felsefe derken Hristiyanlık dogmalarını rasyonel temellere oturtma peşindeki skolastik felsefeyi kastetmiyorum. Modern felsefe okullarına bakın. Descartes’tan Kant’a, Spinoza’dan Hegel’e kadar modern Batı felsefe geleneğinin kurucu babaları arasında Ateist sayılabilecek bir isim yoktur aslında. Tamam, bunların hiçbiri anladığımız manada dindar değildi, hatta çoğu bir dine mensup da değildi ama maddi-fiziksel dünyanın dışında başka bir varlık alanı olmadığı iddiasında bulunmak anlamında Ateist değillerdi.
Üstelik doğa bilimlerindeki olağanüstü gelişmelerin etkisiyle dini dogmaların miadını doldurduğunun düşünüldüğü bir çağda tanrı fikrini reddetmek iyice kolaylaşmışken bunu yapmadılar. Yalnızca metafizik alan veya tanrısal varlık konusunda mevcut dinlerin egemen söyleminden farklıydı görüşleri.
***
Uzun lafın kısası: Batı düşünce geleneği içinde Hristiyanlığı, hatta belirli bir tanrı anlayışını benimsemeyip eleştiren ama hayatı biyolojik-maddi boyuttan ibaret görmeyen filozofların görüşlerini Ateizm diye sunmak entelektüel bir ayıp.
İkincisi, bugün dine ilginin ve dini inançların giderek zayıfladığı Batı Avrupa ülkelerinde 19. asırda bile görülmemiş şiddette esen Ateizm propagandasının rüzgârı incelenip çözümlenmesi gereken bir sosyolojik gizem.