Birkaç haftadır “cumartesi yazıları”nda mahiyetini anlamaya çalıştığımız “Şehzade Alaeddin olayı” konusunda yirminci yüzyılın başında telif edilmiş olan Amasya Tarihi’nde en ayrıntılı bilginin bulunduğunu söylüyorduk en son… Bir özet yapmak gerekirse, Osmanlı kroniklerinin bir bölümünde adı hiç anılmayan, bir bölümünde aniden eceliyle öldüğü söylenen, Neşrî’de ise öldürüldüğüne dair bir ima bulunan Şehzade Alaeddin hakkında, söz konusu kaynakta devlet içindeki “devşirme kökenli” unsurların komplosu sonucunda babasının emriyle boğdurulduğu bilgisi -veya iddiası- var.
Babinger ve İnalcık gibi otoritelerin de önemsediği -ve ilkinin sorgulamadan aktardığı, diğerinin eleştirel ve temkinli yaklaşımla yer verdiği- Hüseyin Hüsameddin’in iddialarının “küçük” kusurunun ise kaynağının belirsizliği olduğunu aktarmıştık, hatırlarsanız...
Amasya Tarihi yazarının padişahın en büyük oğlu Ahmed’in kardeşi Alaeddin’den daha önce gerçekleşmiş olan ölümü konusunda da kuşkusu var: “On beş yaşına girmiş, genç, gâyet gürbüz bir zât idi” diyerek tarif ettiği Şehzâde Sultân Ahmed’in ani ölümünden önce “Türk asıllı” Koca Mehmed Paşa’nın birinci vezirlikten alınıp yerine “devşirme kökenli” İshak Paşa’nın geçtiğini anlatıyor. Alaeddin konusundaki gibi doğrudan bir iddiası yok ama bu iki kişinin de öldürülmüş olabileceğini ihsas ediyor: “Pek şâyân-ı dikkatdır ki vezâret-i uzemâdan ma’zûlen gelen Koca Mehmed Paşa, 841 senesi zi-l-hiccesinde Osmâncık’da vefât itdiği esnâda Amasya vâlisi Şehzâde Sultân Ahmed de Amasya’da vefât itmişdi.” (Amasya tarihi, c. 3, sh. 120)
Aslına bakarsanız, Osmanlı tahtının varisleri durumundaki iki şehzadenin -biri 15, diğeri 18 yaşındayken- aniden ölmeleri yeterince kuşku verici. Bu olaylara kuşkuyla yaklaşmak değil, üzerinde hiç durmamak problemli bir tutum sayılmalı.
Buna rağmen Hüseyin Hüsameddin’in iddiasını kolayca kabul etmemiz de imkânsız. Çünkü Amasya Tarihi müellifinin mahkeme sicilleri başta olmak üzere eski arşiv belgelerini kullanarak eserini yazdığını biliyoruz gerçi ama referans verdiği belirli bir kaynak olmadığı için yazdıklarının bizim için kesinlik ifade etmesi söz konusu değil. Yine de eserinin genel içeriği itibarıyla güven duyabileceğimiz bir kaynaktan söz ettiğimizi unutmayalım. Dolayısıyla elimizdeki bulmacayı çözmek için çok önemli bir ipucu Hüseyin Hüsameddin’in iddiaları.
15. yüzyıldaki bir hadisenin çözümüne ilişkin en önemli ipucunun 20. yüzyılda kaleme alınmış bir eserde bulunması tuhaf tabii ama bu da ayrıca çözülmesi gereken bir bulmaca zaten. Vakit olursa ona da ayrıca bakalım…
***
20. yüzyıl demişken, 15. yüzyıldaki olayın bu yüzyılda yaşanan bir başka olayla da ilgisi var:
Yıl 1931… Maliye Bakanlığı tarafından Osmanlı devrine ait bazı eski arşiv belgelerinin “lüzumsuz” diye tasnif edilip hurda kâğıt olarak Bulgaristan’daki bir fabrikaya satıldığı ortaya çıktı. (Bugün geçmişteki bu utanç verici olayı ele alanlar ekseriyetle bunu tek parti döneminin ideolojik tutumuyla açıklama eğilimindeler ama esas problemin maliye arşivlerindeki tasnifin ehliyetsiz kişiler eliyle yapılmasından ve yetmezmiş gibi daha sonra nakliyat sırasında da lüzumlu evrak ile lüzumsuz evrakın birbiriyle karışmasından kaynaklandığı anlaşılıyor. Ama elbette eski kültürümüze yönelik o günkü olumsuz atmosferin de “eski yazıyla yazılmış” evraka yönelik hoyratlığı kolaylaştırdığı muhakkaktır.)
Önce İbrahim Hakkı Konyalı’nın, sonra Muallim Cevdet’in gayretleriyle konu kamuoyuna aksetti ve dönemin başbakanı İsmet İnönü’nün müdahalesiyle söz konusu evrakın bir bölümü geri getirilerek muhafaza altına alındı. (Bulgarlar evrakın geri kalan kısmını ülkelerinin tarihiyle ilgili olduğu gerekçesiyle iade etmediler; kiloyla sattığımız o hurda kağıtlardan bilahare kendi milli arşivlerini oluşturdular. Bizim Başbakanlık Devlet Arşivleri ancak 1980’li yıllarda bu belgelerin mikrofilmlerini satın alarak Osmanlı arşivlerine katabildi.)
İşte o geri getirilen arşiv belgelerinin arasında İkinci Murad’ın vasiyetnamesi de vardı. Babinger’in verdiği bilgiye göre, “Vasiyetname, 1931 baharında Bulgaristan’a satılan altmış sekiz çuval dolusu belgenin arasındaydı. Daha sonra, Türkiye’ye geri gönderilen elli üç çuvaldan birinin içinde bulundu.” (Fatih Sultan Mehmed ve Zamanı, sh. 58)
***
Gelelim, söz konusu vasiyetnamenin problematiğimiz bakımından ne anlam taşıdığına…
Alaeddin’i eceliyle vefat etmiş gibi gösteren eski kroniklerin hemen hepsinde şehzadenin ölümünün padişahı çok fazla üzmüş olduğu aktarılır. Hatta bunların bir kısmı Sultan Murad’ın bundan kısa bir müddet sonra tahtını o sırada 12 yaşında bulunan küçük oğluna bırakma kararını da bu üzüntüye bağlama eğiliminde görünür.
Bir monarkın tahtını -oğlu bile olsa- kendi isteğiyle bir başka kişiye bırakması tarihte sık rastlanan bir hadise değildir. Aksine, babalar ve oğullar arasında yaşanan taht kavgaları neredeyse her ülkenin tarihinde sıradan olaylar olarak zikredilir. Henüz kırk yaşında bile olmayan Sultan Murad’ın “Ege’de emeklilik hayatı yaşamak için” tahtından feragat etmek isteyebileceğini kabul etsek bile devlet kurumlarının böyle kişisel bir karara kolayca rıza göstermelerinin de şaşırtıcı olduğunu söylemek gerekir.
Mamafih, yeni bir haçlı ordusunun Osmanlı topraklarına doğru ilerleyişi üzerine askerin başında bulunması gerektiği gerekçesiyle padişahın yeniden “görevinin başına” çağrılması, Murad’ın bu çağrıya icabet etmesi ve ardından iki yıllık fasıladan sonra -oğlu Mehmed’i üzdüğünü bildiğimiz bir yöntemle- tahtına da geri dönmesi ve bu süreçte yaşanan bazı olayların tuhaflığı meselenin resmi anlatının aktardığından daha farklı biçimde yorumlanması gerektiğini gösteriyor.
Yerimiz kalmadı… İkinci Murad’ın vasiyetnamesindeki ilginç ayrıntılara ve buradan çıkarabileceğimiz sonuçlara bir dahaki “cumartesi yazısı”nda bakalım…