Son olarak, Selçukluların “resmî mezhep” arayışları bağlamında özetle şunu söylemiştik: Başlangıçta camilerde Eşari’ye lanet okutan Selçuklu yönetimi, bilahare hem Şii-Batıni tehdidine karşı hem de yönetilebilir standart bir din anlayışının oluşturulması ihtiyacıyla Eşari ve Maturidi mezheplerini bir “Sünni blok”ta buluşturmaya girişecekti... Ama bu “Sünni blok”u Eşarilik domine etti. Sonuç olarak Hanefi-Maturidilik ancak nominal bir kimlik olarak varlığını sürdürdü. Selçuklu’nun bu tercihi Orta Asya kökenli bir askeri gücün yerel dinamiklerle ve İran devlet bürokrasisi ile işbirliği ihtiyacının sonucuydu…
Keza geçen haftaki yazıda ülkedeki camilerde Cuma namazlarında Eşari’ye lanet okunması talimatını veren Tuğrul Bey’in Mutezile mezhebine mensup olup olmadığına ilişkin tartışmadan da söz etmiştik. Kimi uzmanlar Selçuklu devletinin kurucusunun veya “kudretli vezir” Kündüri’nin Mutezile mezhebine mensup olmasına bağlıyordu bu uygulamayı…
Oysa devletlerin dinî siyasetlerini, yani belirli dinlere veya mezheplere yönelik tutumlarını yöneticilerin kişisel inançlarından ziyade politik ihtiyaçlar ve güç dengeleri açısından değerlendirmek daha doğru olsa gerek.
İran coğrafyasının “Selçuklu-sonrası” devrelerinde de aynı durum görülüyor. Mesela, İran ve Anadolu da dahil olmak üzere Akdeniz’in batısında Mısır’a kadar olan bütün İslam topraklarını işgal etmiş bulunan Moğol İlhanlı devleti için tehdit oluşturan iki büyük güç vardı o tarihlerde: Ortadoğu’da Memlukler, Deşt-i Kıpçak’ta ise Altınordu devleti... Her ikisinin de yöneticileri ve ahalisi Sünni olan bu devletler karşısında bölgedeki gayrimüslim unsurlarla ve Şii Müslümanlarla işbirliğine yönelmek Moğolların özel bir tercihi sayılamaz herhalde.
Zaten İlhanlı hükümdarlarının bir kısmı -eski Moğol dinini tam olarak bırakmamakla birlikte- doğrudan Hristiyanlığı benimsemişti. Bir kısmı ise -birçok yerde camileri yıktırıp kiliseler inşa ettirmelerine ve Hristiyan eşlerinden dolayı kendi saraylarında yaptırdıkları şapellerdeki ayinlere katılmalarına bakılarak- Hıristiyan olarak tanınıyordu.
İlhanlılar Müslümanlar arasında da hâkim güç olan Sünnilere karşı Şiilere ve bazı heterodoks tarikatların mensuplarına yakınlık göstermekteydiler. Şiilerin gönlünü kazanmak isteyen İlhanlı yönetimi Hz. Ali soyundan olanlara vergi muafiyeti bile getirmişti. Bilhassa İran’da Şiiliğin yayılıp güçlenmesinde Hülâgû Han ve haleflerinin de ciddi payı vardır.
İran’ın Şiileşmesi demişken… Şiiliği bu ülkenin resmi mezhebi yapan İlhanlı hükümdarı Olcaytu Hristiyan olarak dünyaya gelmişti, vaftiz adı Nikolas’tı. Bilahare Budist ve ardından Sünni Müslüman oldu. En sonunda Şiiliği benimsedi. Hayatının sonunda yeniden Hıristiyanlığa döndüğü de söylenir ama bunun pek bir önemi olmasa gerektir. Önemli olan İlhanlı hükümdarının din ve mezhep tercihlerinin kişisel arayışının veya kendi öznel düşünce serüveninin değil, öncelikle toplumsal şartlar ve ihtiyaçların belirlediği devlet çıkarlarının icabı olmasıdır.
***
İran coğrafyası üzerinde neden bu kadar çok duruyoruz? Çünkü Anadolu ve Balkanlardaki İslam anlayışının mayası orada çalınmıştı. Yalnızca İran Selçukluları’nın bir kolunun burada devam etmesi bakımından değil, esas olarak bu topraklarda filizlenip bugüne kadar varlığını ve etkilerini sürdüren dinî zihniyetin bir devamlılık içinde anlamlandırılmasını gerektiren dinamikler bakımından.
Bir defa Türk Müslümanlığı adı verilen olgu Türkî kavimlerin İslam’ı İran kültür coğrafyası kanalından tanıyıp benimsemiş olmalarıyla doğrudan ilgili bir konu. Biliyorsunuz, bugün Türkçede kullandığımız dinî terimlerin hemen hepsi Farsça: Arapça’daki “salât” kelimesini kullanmıyoruz sözgelimi, onun yerine Farsçadaki “namaz” kelimesini kullanıyoruz. Aynı şekilde Arapça “savm” yerine Farsça “oruç”, “vudu’” yerine “abdest” diyoruz. Hatta peygamber kelimesi de Farsça.
Bu bakımdan İran coğrafyasının bilhassa Türklerin İslamiyet’i benimsediği devirlerdeki politik ve dinî manzarası bugünü anlayabilmek ve bugünkü sorunlara izah bulabilmek açısından önemli…
Türklerin İslamlaşması devrinde artık bir yanda kuzey Afrika’ya ve hatta bugünkü İspanya topraklarına uzanmış, öbür yanda uzak Doğuya kadar ulaşmış bir İslam coğrafyası söz konusudur. Birbirinden farklı sosyokültürel özelliklere sahip Müslüman topluluklar yeni dinlerini -tabiri caizse- kendi kültür lisanlarına tercüme ederek yeniden yorumlama durumundaydılar. Dinin özü aynı kalmak kaydıyla gerçekleşen bu transformasyon beraberinde bazı yeni anlaşmazlıklar da getirmiş oldu.
Farklı toplumların kültürleriyle etkileşimin doğal bir sonucu olarak ilk önce Irak coğrafyasında ortaya çıkmış bulunan bazı din yorumlarının İslam mesajının ilk muhatabı olan Hicaz merkezli Arabistan muhitinden ziyade yeni fethedilen toprakların İslam’ı yeni benimsemiş ahalisi arasında kabul görmesi tesadüf değildi.
***
İran coğrafi konumu itibarıyla özellikle o devirde büyük bir mobilizasyon içinde bulunan kavimler ve kültürler için bir tür transit geçiş yolu ve bazıları için “bekleme odası” özelliğine sahip olduğundan, bir yanda kültürel çeşitliliklerin diğer yanda yeni bazı toplumsal ihtiyaçların etkisiyle farklı din yorumları etrafındaki tartışmaların ve arayışların en canlı olduğu yerdi.
O çağlarda mütemadiyen Doğudan Batı’ya doğru akıp giden Türk topluluklarının bir kısmının kısa bir konaklamadan sonra geçip gittiği, bir kısmının ise tavattun ettiği bu topraklardaki farklı din yorumları etrafındaki canlı tartışmalar bugün Türk Müslümanlığı adı verilen anlayışın şekillenmesinde inkârı mümkün olmayan bir etkiye sahiptir.
Bu ilk devirde Türklerin amelde Hanefi, itikatta Maturidi anlayışı benimsedikleri biliniyor. Keza Türkmen topluluklarının nispeten daha küçük bir kısmının Şia’ya eğilim gösterdikleri de bilinen bir husus. Ancak o günlerde Mutezilî anlayışın Türkler arasındaki yaygınlığı bugün pek bilinmiyor.
Oysa geçen haftaki yazıda da kısaca değindiğimiz üzere Selçuklu devletinin kuruluş döneminde bir anlamda “resmi mezhep” olarak benimsenen Mutezile’den, Alparslan ve Melikşah’ın saltanat devirlerinde bürokrasinin başında olan Nizamülmülk’ün temsil ettiği anlayış ve sosyal/siyasi şartlar gereğince benimsenen din siyaseti dolayısıyla, uzaklaşılmış olsa da Mutezilî din yorumunun bilhassa toplumun okumuş kesimi arasında etkisini sürdürdüğü muhakkaktır.
Özgür irade, bireysel sorumluluk ve kader konularına yaklaşımda Mutezile ile Hanefi-Maturidi mezhepleri arasında fark yoktur. Diğer yanda Mutezilî Müslümanlar amel konularında Hanefi’ye uyduklarından bu iki mezhebin mensuplarını birbirinden ayırmak kolay değildir. Bu bakımdan mutezile mezhebinin takipçileri zamanla Hanefi-Maturidi cemaat içinde erimişlerdir.
Ancak Mutezile’nin bir fikir hareketi olarak, özgün bir din yorumu olarak aydın kesimler arasındaki varlığının tamamen ortadan kalktığını düşünmek yanlış olur. Nitekim İran’da mutezile “ehl-i sünnet bloku”nun dışında bırakılıp toplumsal etkisi zayıflatılırken Anadolu topraklarının Türkleşme/İslamlaşma sürecinin belki Selçuk ailesinden bile daha etkili aktörleri olan Danişmendliler ve bu hanedanın yönetimindeki Malatya, Tokat, Çorum, Amasya, Kayseri gibi merkezlerdeki medreselerde görev yapan alimler İslam’ın Mutezilî yorumunu bu yeni topraklarda yeniden şekillenecek olan din anlayışının mayasına katmıştır. Bu bakımdan Türklerin Anadolu’daki ilk resmi mezhebi Muteziledir desek yeridir.