Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’nın dışında kalma siyaseti doğru ve isabetli bir karara dayanıyordu. Hem savaş yorgunu bir ülkenin yeni bir gaileyi yüklenecek ekonomik ve toplumsal gücü yoktu o sırada, hem de zaten ödenecek bedelin karşılığını alabilme ihtimali söz konusu değildi. Ancak savaşın dışında kalmanın riski kazanacak tarafın hışmına uğramaktı. Bu anlamda bir yandan İngilizler bir yandan Almanlar ciddi bir baskı oluşturmuşlar, Ankara’ya tehdit üstüne tehdit savuruyorlardı. “Bizim yanımızda değilsen düşmanımızsın” diyerek…
***
Ankara uzunca bir süre her iki tarafı da idare etti. Tafsilatını biliyorsunuz. Sonra savaşın akıbeti belli olmaya başlayınca durum değişti. Hükümet vitrinindeki “Alman taraftarı” diye bilinen bazı isimler görevden alındı. Keza 3 Mayıs 1944’te Türkçü-Turancı gruba karşı başlatılan operasyon, genel kabul gören açıklamaya göre, Alman yenilgisinin artık kesinleştiği görülünce Ankara’nın Anglo-Saksonlara gönderdiği bir mesajdı.
Komünist gruplara yönelik operasyonlar 1923’ten beri aralıklarla da olsa hep devam ediyordu gerçi ama bu yıllarda nispeten daha düşük yoğunluktaydı anti-komünizm siyaseti. Savaştan sonra Sovyetlerin toprak talebi ve tehditleriyle karşılaşınca Ankara ne yapıp edip liberal demokrasi bloğuna kapağı atmak mecburiyeti hissetti. Bunun için çok partili sisteme geçiş yapıldı. Ardından NATO’ya kabul edilmek için Kore’ye asker yollamak zorunda kaldık. Komünistlere yönelik meşhur “1951 tevkifatı” da bu dönemin olaylarındandır.
***
Benzer gelişmeler diğer Avrupa ülkelerinde de görülüyordu. İtalya ve Fransa’daki legal komünist partiler İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda iktidar üyesi olabilecek kadar oy almışlar ama hükümete girmeleri engellenmişti.
Aynı anda, Atlas Okyanusu’nun öbür kıyısında da siyasi ve sosyal hayat “komünist tehdidi”ne göre yeniden şekillenmeye başlamıştı. ABD’de bu dönemin sembol ismi McCarthy’dir. Aralarında Charlie Chaplin’den Orson Welles’e ünlü sinemacıların, Arthur Miller’dan Dashiel Hammett’a, Berthold Brecht’e tanınmış yazarların ve Einstein’dan Oppenheimer’a en büyük bilim adamlarının da olduğu yüzlerce aydın “gizli komünist” suçlamasına ve aslı astarı olmayan ithamlara maruz kaldı; soruşturma ve sorgulamalar yıllarca devam etti.
Neticede suçlanan kişilerin tamamı sürecin sonunda aklandı ama o “cadı avı”na adı karıştırılan insanların çoğu işsiz kaldı, itibarlarını kaybetti, bazıları ülkesini terk etti.
***
Teşbihte hata olmasın, bizim Ergenekon mahkemeleri sürecini hatırlatan olaylar yaşandı ABD’de. “Amerikalıların Zekeriya Öz’ü” ise senatör McCarthy’ydi; bu yüzden o dönemin siyasetine McCarthism adı verildi. Baskıcı yönetimlerin muhaliflerine karşı başvurduğu sindirme yöntemleri de o günden beri bu isimle anılır oldu.
İtirafçıları da vardı o sürecin. “Anadolu çocuğu” diye sevdiğimiz yönetmen Elia Kazan sinemacı arkadaşlarını “gizli komünist” diye ihbar etmiş, bu hizmetinin karşılığını da fazlasıyla almıştı. Ama “ispiyonculuk” lekesi Elia Kazan adının üstünden hiç silinmedi. Uzun yıllar sonra ünlü yönetmene Hayat Boyu Başarı Oscar’ı verilen törende salondaki davetlilerin yarısı Kazan’ın adı okunduğunda alkışlamayarak neredeyse yarım asır önce işlediği günahın unutulmadığını ve affedilmediğini gösterdi.
***
1940’ların Türkiye’sinde arkadaşlarını “komünist” veya “Turancı” diye ispiyonlayan kişilerin yaşadıkları ise başka bir hikâyenin konusu…